Saturday, January 22, 2011


BU YAZI BİRGÜN GAZETESİ PAZAR EKİNDE 16 OCAK 2011’DE YAYINLANMIŞTIR

Türkiye’de devletin, sağ veya sol hükümetlerin sanat ve sanatçıyla ilişkisi oldum olası sorunludur. Sanat ve sanatçı siyasal çıkarlara hizmet ettiği oranda gereklidir ve saygı görür. Görünüşte bütün hükümetler sanatçıyı ve sanatı yüceltir; sanatın özgür olduğunu savunurlar. Özellikle de Türkiye’nin AB ülkelerinde temsil edilmesi gerektiğinde… İşlerine gelmediği zaman – yani oy tabanını oluşturan toplumun görmek istemediklerini gösteren eleştirel sanat üretildiğinde - ya da anlamadıkları bir üretim söz konusu olduğunda da bu saygı hiddete döner ve özgürlük rafa kalkar. Sanatçılar ve seçkin toplum bu ikiyüzlü saygıyı kimi zaman kabulleniyor kimi zaman da tepki gösteriyor. Tepki gösterme eylemlerinden etkin bir sonuç alındı mı bugüne değin?
Bu durum, 1980’lerin sonuna kadar özellikle sözsel üretim ve sinema alanında çeşitli sanatçı cezalandırması ve ölümleri örneklerine karşın bu düzende sürerken, liberal ekonomiye geçişle, sahaya sanatı kendi çıkarları için kullanmak isteyen başka bir güçlü oyuncu olarak özel sektör girdi. Bu oyuncu da işine geldiğinde devlet ve hükümetlerle, gelmediğinde de sanat ve sanatçıyla işbirliği yaparak, ama her zaman kendi görünürlüğünü öne geçirerek, düzene katkıda bulunuyor. Sanatçı ve sanat, devlet, hükümetler ve özel sektör arasındaki ikilemli poziyonuyla varlığını sürdürüyor.
Bugün gündeme oturan heykel ve dizi açısından bakıldığında ben “değişik” bir durum göremiyorum. Bildik senaryo oynanıyor! Sanat yapıtına ve sanatçıya karşı çıkış her zaman çeşitli güç odaklarının çıkarlarla, muhafazakârlıkla ve güç kullanımıyla ilişkili oldu; bu muhafazakârlığın türünün ne olduğu burada ikinci konu!
Şimdi, sahadaki oyuncuların fark etmeden başka bir oyunda oynamaya zorlandıklarını söylemek daha doğru, geliyor bana. Oyuncuların tümü, gerçek dünyada/yaşamlarında çözmedikleri siyasal, bireysel-ruhsal, toplumsal-ruhsal ve kültürel sorunlarını sanat üstünden çözme çabasına giriyor. Ancak burada yanılgı “sanat” olarak adlandırdıkları kurgunun (dizinin) sanat değil bir simülasyon (taklit) olduğu, “ucube” olarak adlandırdıkları heykelin de bugünkü sanat eleştirisi değerlendirmeleri bağlamında da 20.yy’ın ideolojilerini yansıtan bildik bir araç (anıt) olduğudur.
Tartışma, tüm oyuncuların “sanat” sandığı, ama küresel sanat kuramı/söylemi/eleştirisi açısından “gösteri” olanı kapsıyor. Gösteri ise mevcut düzenin kendisi hakkında verdiği kesintisiz söylev, onun övgü dolu monoloğudur. Yaşam koşullarının totaliter döneminde iktidarın kendi portresidir. Gösteri günümüzün başat ideolojik aygıtı. Sanatı gösteri olarak yapan da sanata gösteri olarak bakan da bu ideolojinin içindeki oyuncu!
19.yy’dan bu yana modernleşme bağlamında çeşitli kültür yapılanması/kırılması gibi aşamalardan geçerek, tamamlanmamış bir modernizmden sonra, sınır tanımayan iletişim teknolojileri, tüketim ve medya kültürü sayesinde hızla “gösteri toplumu” olan Türkiye halkı devleti, hükümetleri, özel sektörüyle birlikte günümüze özgü “küresel görsel kültür” döneminin bütün arazlarını yaşıyor. Yaşamın bozuk simulasyonları olan eleştirisiz, tepkisiz, edilgen görsel üretimler üstünden yeni bir siyasal düzen ve yaşam biçimi kurabileceğini sanıyor! Siyasal- toplumsal konuların ve dinsel yasakların “görsel üretim” üstünden yoğun ama yine bu denli yanlışlı ve çelişkili bir biçimde tartışmaya girişiyor. İki yüzyıldır Modernizm ve post-modernizm bağlamında örnek alınan ülkelerin 20.yy’da başat kültürel yatırımı olan “görsel üretim”in geçirdiği değişimi hiç hesaba katmayıp, kaldığı yerde sayarak…
Gelen giden hükümetler 20.yy boyunca ulus-devlet ideolojisi bağlamında “sözsel kültür” ile zaman zaman “faşist” boyutlarda hesaplaştılar. Sözsel kültürün toplumu yönlendirme dönemi bitti, şimdi sıra insanlara boyun eğdiren gösteriyi (görsel kültürün eleştiriden arındırılmış biçimi) kendi çıkarları için kullanmak isteyen din ve muhafazakârlık referanslı, ama aynı zamanda neo-liberal bir devlet erkinin, kendinden olmayan görsel kültürle hesaplaşması dönemine mi geldik sorusu gündeme giriyor.
Bu bir bakıma “görsel üretim” için olumlu anlamda kışkırtıcı bir durum; görsel üretim toplumdan ve devletten şimdiye kadar gör(e)mediği ilgiyi görüyor. Oysa, 1980’lerdeki post-modern kırılma döneminde başlayan siyasal-toplumsal-kültürel göndermeli eleştirel görsel yapıt toplululuğunun sunduğu “sakıncalı görüntüler ve konular” ağır mı ağır bir görsel kültür belleği oluşturuyor, aslında. Devletin ve toplumun bir arada görse sindirmekte zorluk çekeceği bir üretim! Tam da bu nedenle zaten bu üretim toplu halde gösterilemiyor.
Genelde yetkeci yönetimlerin gücü ve becerisi, toplumun kendini özgürce ifade etmesini hangi ölçüde denetleyebildikleriyle ölçülmüştür. Faşistlerin sanatı susturarak “gösteri”yi kusursuz bir biçimde gerçekleştirdiklerini ve buldukları yöntem ve biçimlerin derin bir çelişki olarak Demokrasiler tarafından da kullanıldığını biliyoruz. Hitler’in kitleleri coşturan törenleriyle, demokratik seçimlerde uygulanan gösteriler arasında biçim ve görsellik açısından bir ayrım yoktur. Dinsel göndermeler kullanan yetkeci bir yönetim de bu etkisi ve gücü kanıtlanmış “gösteri”yi kullanmak ister; çünkü gösteri dinsel yanılsamanın yeniden maddi yapılanmasıdır.
Türkiye’de “gösteri” durumunu şu düşünceler çok güzel anlatıyor:
Gösterinin kökünde yatan şey, en eski toplumsal uzmanlaşma, yani iktidarın uzmanlaşmasıdır. Dolayısıyla, gösteri bütün diğerleri adına konuşan uzmanlaşmış bir etkinliktir. Gösteri bütün diğer ifadelerin yasaklandığı hiyerarşik toplumun kendisi karşısındaki diplomatik temsilidir. Burada en modern olan aynı zamanda en arkaik olandır.
Şimdi bu düşünceleri Muhteşem Süleyman dizisine uygulayalım. Gerçi yıllardır, Muhteşem Süleyman’ı aratmayacak çarpıklıkta diziler üretiliyor. Örneğin Aşk-ı Memnu, Halit Ziya Uşaklıgil’in bir dönemin toplumsal değişimini anlatan romanı, Yeşilçam ideolojisini yenileyerek “pembe dizi” formatında, Türkiye’deki kadın imgesine bir darbe daha indirdi. Bunu da kabullendik!
Öncelikle konu açısından zengin olan Osmanlı Tarihi veya Türkiye Modernizminin maceraları ne sinemada ne de 1964’de Televizyonun kuruluşundan bu yana “resmi tarih” dışında ilginç bir kurgu ve yorumla sunul(a)mamıştır. Halit Refiğ’in “Yorgun Savaşçı” filminin başına gelenler, Türkiye sinema tarihinde büyük bir kara leke olarak duruyor. Değil eleştirel bakışa bir yapısöküme bile izin verilmemiştir! Ya da yapımcılar ve yönetmenler bile kendilerine bu izni ver(e)memiştir. İfade bir biçimde yasaklanmış, onun yerine gösteri yerleştirilmiştir.
Öte yandan tarihsel film de – en azından inandırıcı dekor ve kostümler açısından -Türkiye film endüstrisinin en güçlü yanı olmadı, hiçbir zaman! İzleyici olarak bu dizide Kanuni’nin Hurrem Sultan ile aşkı yanında dönemin dünyasına hükmedişinin bütün ayrıntılarını görmek isterim; bunun yanında o dönemin derin devlet eylemlerini ve sarayın ve haremin dipsiz karanlığını da…
Bu dizi, resmi tarih dışına çıkabilmek ve geçmişi inandırıcı biçimde yansıtabilmek gibi zorlukları aşıp, nihayet inandırıcı ve hatırda kalacak bir tarihsel kurgu sunabilecek mi bize, yoksa yine şimdiye kadar olduğu gibi yasakçı zihniyetin şablonlarına uydurulacak mı? Bu dizinin Tudor dizisinden hayli esinlenmiş olduğu söyleniyor (söylenmese de daha parçalarda bile bu benzerliği görmek olası). Kuşkusuz burada, Kanuni’yi canlandırmak için neden VIII. Henry örnek alınır ve o dayanılmaz reyting uğruna yaratıcılık bir yana konup kopyacılık yeğlenir soruları da sorulabilir.
Bu yüzyıllık budanmışlık ve “yaralı bilinç” durumunda karşımıza sürekli üretim, algılama ve tüketim biçimi olarak modern ama en arkaik olanın ortaya çıkmasına hiç şaşmamak gerekir.
Toplumun kusursuz bir “gösteri toplumu” olarak, gösterinin kendini tartışılmaz ve erişilmez devasa bir olumluluk olarak sunması karşısında edilgen bir kabulleniş durumunda olması yetkeci yönetimlerin işine gelir kuşkusuz.
Ancak, kabul etmiyoruz derken bizi bu günlere getiren düzeni savunarak ve çoktan klişeleşmiş ve zamanı geçmiş söylem ve yöntemleri kullanarak, benzer gösterilerle bir sonuç elde edilemez. Sonuç, sanat ve kültür üreticisinin mevcut örgütlere sahip çıkması ve bunların işlevlerini günün gereklerine göre yenileyerek etkinleştirmesi, resmi ve özel kültür politikalarını belirleyen güçler yanında eşit oyuncu olarak yer alması, ülkenin kalkınma/büyüme potansiyelinden pay istemesi, uluslar arası iletişim ağlarını kullanıp küresel kuramsal ortamda söz sahibi olması ve hak ettiği sanat ve kültür sektörünü kurmasıyla alınabilir.
Bu da planlama, mutabakat, işbirliği, özveri, direniş ve süreklilik gerektiren bir iştir; “gösteri” değildir.

Beral Madra, Ocak 2011-01-13
KALIN BÖLÜMLER: GUY DEBORD, GÖSTERİ TOPLUMU, AYRINTI YAYINLARI, 2006

No comments:

Post a Comment