Friday, June 29, 2007

bienal-izm







52.VENEDİK BİENALİ (1)

Sanat eleştirel düşünce üstüne olduğu kadar vicdan, hakikat ve doğruluk üstüne de yapılanır. Nitekim Venedik Bienali’nde birkaç dostuma ne aradıklarını sorduğum zaman, birçoğu “insan zekâsının doruklarını, vicdanının değişik yorumlarını ve sanat açısından hakikatin nasıl yansıtıldığını”, dedi.

Yalnız sanatçılar değil, sanat işiyle uğraşanlar da bu işin bu boyutuna özen göstermeli. Kültür sanayiinin umarsız güdümlemeleri işin bu yönünü savsaklatabiliyor ve Türkiye’nin çağdaş sanat tarihi saptırılıyor. Sanatın yerinde ve zamanında belgelenmesindeki eksiklikler önemli bir bellek yitimine neden oluyor. Şimdilerde sanat ortamında birçok kişi 80’li ve 90’lı yılları belgeleme çabası içinde; çünkü bir bakıyorsunuz dönüm noktası sayılan bir olay ve onu yaratan unutulmuş. Bunun ucu herkese ve özellikle de sanatçılara dokunur.

Bu yılki Venedik Bienali katılımının bir “ilk” konusuna odaklanmasını 1991’den günümüze Türkiye Pavyonu’nu oluşturan on altı sanatçı ile birlikte anlamakta zorlandık. Sonunda bu ilk konusunun “sürekli mekân” olduğu anlaşıldı. Umarım bu süreklilik sürekli bütçelerle donatılıp iyi değerlendirilir ve gelecek yıllarda genç sanatçıların ve küratörlerin projelerine açılır.

Bu yüz yıllık bienale bizim katılım çizgimize bakıldığında işin arkasında ciddi bir istikrarsızlık ve umarsızlık olduğu açıktır. Bilinçli ve kararlı değil, rastlantısal olarak Dışişleri Bakanlığı’nın birkaç diplomatın ve iş adamının özel ilgisiyle gerçekleştirilmiş katılımlar… Ve şimdi, kültür sanayiinin gelişmemişliği ile bağlantılı olarak gecikmiş bir ayılma/uyanma…

44. (1990) ve 45. (1993) Venedik Bienallerinde Türkiye Pavyonu 5000 USD’lik bütçelerle Giardini’de Italya Pavyonu içinde en arkada, şimdi artık kullanılmayan 25m2’lik bir mekânda gerçekleşmişti. Türkiye’yi o bienallerin küratörleri Carrandente ve Achile Bonito Oliva davet etmişti; yani tıpkı şimdi Robert Storr’un yaptığı gibi Türkiye’yi himaye altına almışlar, ücretsiz mekân vermişler ve basın toplantılarında bunun altını çizmişlerdi! Onların da bu cömertliklerini anmak gerekir, diye düşünüyorum.

46, 47 ve 48. bienallere- ki 46. bienal 100. yıldı - Kültür ve Dışişleri Bakanlıklarına gelen davet mektuplarına zamanında yanıt verilmediği için katılamadık. Ancak, 47.Bienalde The Rockefeller Vakfı’nın düzenlediği İslam Ülkelerinden Çağdaş Sanat sergisine özel olarak katıldık.

49. Bienalde yine ücretsiz olarak Nuova Icona Galerisi’nde ve Thetis bahçesinde oryantalizmi irdeleyen sergiler gerçekleştirdik. 50. bienalde de bienal yönetimi Türkiye’ye Arsenale’nin girişinde – bu yılki pavyona göre daha merkezi bir konumda- düşük ücretle bir pavyon verdi.

90’lı yıllar boyunca bu katılımı Türkiye sponsor ortamına basın ve medyaya anlatmak olanaksızdı. Venedik Bienali’ne katılmış olmak kimsenin gündemine uymuyordu; çünkü “contemporary art” henüz “in” değildi!

2000’li yıllarda Venedik Bienalleri küratörleri kendi sergilerine Türk sanatçıları davet ettiler.

2005’de Canale Grande üstünde Palazzo Levi’de yaklaşık 200.000 EURO’luk sponsorluk, Hüseyin Çağlayan’ın olağanüstü sanatsal başarısı ve profesyonel tanıtım ile çizgiyi aştıktan sonra bu katılım resmi ve özel sektör işbirliği ile Türkiye tanıtımı gündemine girdi ve benim de işlevim bitmiş oldu!

Bu bağlamda benim çabalarımdan çok, 1990’dan bugüne bu umarsızlığa ve ilgisizliğe aldırmayıp, bana ve o küçük bütçelere güvenerek Türkiye Pavyonunu gerçekleştiren bütün sanatçıları anmak gerekir. Hepsine en derin teşekkürlerimi sunuyorum. Bu katılımlar onların başarısıdır.

Venedik kentini ekonomik açıdan kalkındıran bu bienalin yapısal özelliklerini bilenler bu bienalde ana mekân/yan-mekân gibi bir sınıflama olmadığını biliyor. Bu yıl katılan 76 Ulusal pavyonun 29’u Giardini’de geri kalanı kentin çeşitli yerlerinde. Bunun böyle olması kentin işine geliyor. Venedik Bienali’nin sınıflama ve türlere ayırma becerisi daha ciddi boyutlarda. 1993’e kadar çok kültürlülük gibi bir kavramı yaşamamış, daha çok Batı Avrupa ulusal kimliklerine odaklanmış, ABD’nin müdahalelerine açık, Avrupa merkezci söylemlere ödün veren bir yapı. Her ne kadar Harald Szeemann 2000’lerde bu bienale “küresel içerik ve çeşitlilik” kazandırmaya çalıştıysa da Venedik Bienali ulusal pavyon kimliğini savundu ve artık bunun da ötesinde tümüyle sanat piyasasının denetimine girmiş kabul ediliyor; üç açılış gününün izleyicileri uluslar arası koleksiyoncular, galericiler, sanat yayıncıları ve bu sektörlere hizmet eden gazeteciler ve sanat yazarları…

Giardini’de ve Arsenale’deki Storr sergilerinde kültürel çeşitliliği gösteren sanatçı adlarına rastlansa da bu adların tümü çoktan AB ve ABD galerilerinin listelerinde yer alıyor. Storr sergilerinde Sol Le Witt, Robert Ryman, Gerhard Richter, Giovanni Anselmo, Guilliermo Kuitca, Franz West gibi minimal ve soyut sanat ustalarıyla Emily Prince, Pavel Wolberg, Neil Hamon, Sophie Whettnall, Tatiana Trouve, Mario Garcia Torres, Adel Abdessemed, Rainer Ganahl, Emily Jacir gibi genç ve muhalif bir kuşağın siyasal eleştiri içeren işleri yan yana getirilerek dünya siyasetinin yarattığı felaketler gösterilmiş, ama bunun yanında sanatın şaşırtıcı sevimli gösterilerine de yer verilmiş. İnandırıcılığı ve gerilimi olmayan bir karşıtlık! Bu açıdan küratörün dünya siyasetini izlediğini ama her hangi bir söylemi vurgulayan bir duruş belirtmek istemediğini anlıyoruz. Birçok siyasal eleştiri içerikli yapıtın herkesçe bilinir olanı iyice dolaysız bir biçimde yansıtması bir süre sonra bir basbayağılık duygusu veriyor izleyiciye. Örneğin İtalyan fotografçı Gabriele Basilico’nun Lübnan iç savaşından hemen sonra çektiği Beyrut yıkıntıları, Neil Hamon’un ABD askerleri, Nedko Solakov’un Kalaşnikof öyküsü, Melik Ohanian’ın Allende belgeseli, Jenny Holzer’in tutuklu belgeleri Ortadoğu savaşları sürerken ve Beyrut yeniden yıkılırken her gün gördüğümüz görüntüleri estetikleştirerek yinelemiş oluyor.

Beral Madra

52.VENEDİK BİENALİ (2)

Venedik Bienali’nin üç değişmez ası, Almanya 1948 doğumlu Isa Genzken’i, Fransa 1953 doğumlu Sophie Calle’i ve Birleşik Kırallık 1963 doğumlu Tracey Emin’i sergiliyor. Üç ayrı kuşaktan zamanında muhaliflikleriyle öne çıkmış bu kadınların işleri kusursuz ama artık durulmuşlar. Tracey Emin’in en güçlü yanının desenleri olmadığı çok açık! Nikos Alexiu (Yunanistan), Masao Okabe (Japonya), Monika Sosnowska (Polonya), Haris Epaminonda ve Mustafa Hulusi(Kıbrıs Cumhuriyeti), Callum Morton (Avustralya) içerik açısından siyaset, felsefe ve şiirselliği birleştiren, biçim açısından yetkinlik ve görkem yansıtan yapıtlar gerçekleştirmiş. İsviçre ve Rusya Pavyonları bilgisayar teknolojisinin, sanallığın ve animasyonun en yetkin örneklerini sunuyor ve sanatın çok yakında varacağı görüntüyü işaret ediyor.

Venedik’te bir hafta kalmayan kimse sergilerin tümünü göremez; vaporetto’lar ve labirent içinde yolunu arayarak yürüme zaman alır. Venedik Bienali’nin yıkılmaz, seçkin, ulusal sanat kalesini kentin içindeki 34 muhalif paralel etkinlik kuşatıyordu.

Bunların içinde “Yitirilmiş Cennet” başlıklı sergiyle Romanların Pavyonu dikkat çekiyordu. Soros Vakfı ve Avrupa Kültür Vakfı tarafından desteklenen sergide AB’nin sekiz ülkesinden Roman sanatçılar yer alıyor. Eğer serginin adı belirtmese yapıtlarda sanatçıların Roman olduklarını gösteren belirgin işaretler yoktu, ama bu pavyon AB’deki ırkçılığa karşı ağır bir mesaj veriyordu. Açılış akşamı yapılan açık oturumda Roman küratör ve sanatçılar birlikte açık oturuma katıldım. Roman sanatçılar AB sanat ortamında varlık göstermek istiyor ve Romanların hala ciddi çatışkılara neden olan yerleşim, toplumsal ve kültürel haklar sorunlarına sanatlarıyla çözümler getirmeyi amaçlıyorlar.

AB ülkelerinde yaşayan kendilerini Diaspora olarak gören Ermeni kökenli genç sanatçıların San Lazarro adasındaki sergisinin kataloğuna Ali Akay göçmen kültürünü vurgulayan bir yazıyla katkıda bulunmuş. Silvina Der-Meguerditchian’ın küratörlüğündeki bu sergi de yaklaşık 70 ülkede yaşayan 10 milyon Ermeninin üçüncü kuşak bireylerinin yeni bir dil ve kimlik manifestosuydu.

Mekhitarian Manastırının yer aldığı bu adada İstanbul kökenli küratör Adelina von Furstenberg’in düzenlediği Joseph Kosuth imzalı “Dengenin Dili” başlıklı görkemli bir yerleştirme var. “SU” konusu üstüne Ermenice ve İtalyanca bir metin sade bir şapelin dış yüzünü ve adanın kıyısındaki duvarı kaplıyor. Laguna’nın değişken ışığında faklı renklere bürünen neon ışıklarıyla yazılmış ve Kosuth’un başyapıtı denilebilecek türde bir iş…

Bienallerin, küratörlüğün tartışıldığı, bağımsız projelerin sunulduğu açık oturumlar Giardini ve Arsenale’nin kulüpleşmiş kalabalığından sıyrılabilenler için önemli seçenekler sunuyordu.

Açık oturumlardan birisi CEI (Orta Avrupa Girişimi) ve UNESCO himayesinde 2002’den bu yana etkinliklerini sürdüren “Kontinental Kahvaltı” kültür ve sanat ağının üyelerini bir araya getirdi. “İleri Karakol 2007” (Outpost 2007) başlıklı açıkoturumda Orta Avrupa ve Balkan ülkelerinde son dönemin küratörlük deneyimleri, sergi ve proje stratejileri, içerikler ile gösteriler arasındaki çelişkiler tartışıldı. Kontinental Kahvaltı’nın geniş katılımlı bir açık oturumunu Eylül’de İstanbul’da MSGSÜ ve AKD işbirliğiyle İstanbul’da gerçekleştireceğiz.

Arsenale’nin Artiglierie ucuna Türkiye, Afrika, Çin ve İtalya pavyonları yerleştirilmişti. Bu dört pavyon içinde herkes tarafından da çok beğenilen ve tüm kıtayı temsil eden Afrika Pavyonunda Sindika Dokolo koleksiyonundan Ghada Amer’den Yinka Shonibare’ye bütün tanınmış Afrika kökenli sanatçıların sanat uzmanlarının çok iyi tanıdığı başarılı işleri yer alıyordu.

Ho Hanrou’nun sunduğu Çin pavyonunda “Güncel Mucizeler” olarak sunulan dekoratif yerleştirmeyi ses ve video eklemeleri de sevimli sıkıcılıktan kurtaramıyordu.

Türkiye Pavyonu’na Hüseyin Alptekin ve Aydan Murtezaoğlu seçilmişti. Murtezaoğlu çağdaş sanat ortamında az rastlanan bir kararlılıkla resmi pavyon kapsamı içinde yer almak istemedi; sanırım bu davranışın anımsanması ve zaman içinde değerlendirilmesi gerekir. Alptekin, AB’de ve Sovyet sonrası ülkelerde dolaşan ve iş yapan bir sanatçı; bu katılım ona bütün çalışmasını özetleme olanağı verdi. İçinde zaman ve emek verildiğinde sorunlu bölgemizdeki insan manzaralarının anlamlı videolarının izlenebileceği klostrofobik yemek odalarını klasik resimlerdeki odalara, Van Gogh’un 1885 tarihli Patates Yiyicileri resmindeki odaya ve sonra 1970’lerin toplumsal gerçekçi resimlerindeki odalara bağlamak olası. Sade, dolaysız, anlatımcı ve temsili bir yerleştirme. Yerleştirmenin kaba kütük duvarları arkasındaki kırmızı ışıklı“Şikâyet Etme” yazısı izleyiciyi tedirgin ediyor. Kuşkusuz açıklamalar izleyicinin konumuna ve kimliğine göre değişir. Bulduğunla yetinmek ve kaderine boyun eğmek mi? Gücün yoksa şikâyet de etme mi? Yoksa Türkiye ve AB arasındaki karşılıklı şikâyet etme durumu mu? Ya da bunların hepsi birden mi?

Sırada Kassel, İstanbul, Atina ve Lyon var… Bienallerin son modası uçakla zar zor yetişecek şekilde bir gün arayla açılış yapmak (herhalde rekabeti böyle çözüyorlar olsa gerek), son dakikaya kadar sanatçı listesini açıklamamak (listeler aynı olduğu için olsa gerek) ve bütçelerin yetersizliğinden yakınmak (herhalde küratörler ve organizatörler ücretlerini iyice yükselttiği ve kıtalar arasında business class’da seyahat ettikleri için olsa gerek…)

Beral Madra

No comments:

Post a Comment