Thursday, March 01, 2007

danimarka'da beş gün

Şubat başında Kopenhag’da devletin sanatçılara destek vermek için işlettiği Overgaden adlı çağdaş sanat merkezinde AICA Danimarka üyelerine verdiğim konferansta Avrupalı sanatçıların ve sanat uzmanlarının Türkiye ve çevresindeki ülkelere nasıl bakmaları gerektiğini, bir işbirliği yapmak istediklerinde karşılarında nasıl bir sanat ortamı bulacaklarını anlatmaya çalıştım. Konferansın sonunda sorulan sorulardan İstanbul’a gelip, yaşayıp çalışan birkaç sanatçı ve küratörün bile - küçük bir çevrenin içinde kaldıkları için - görüntüsüyle içeriği çok farklı olan İstanbul odaklı kültür sanayiinin bütününü göremediğini anladım.
Oysa Danimarka sanat ortamının görüntüsü neyse içeriği de o! Günümüzün kültür sanayine uygun toplumcu, bağımsız ve özerk yapılanma ve bu yapılanma içinde başoyuncu olarak sanatçı ve onun özgür ve eleştirel düşünce üretimleri…
Kopenhag’da ve trenle üç saat kuzeydeki Arhus’daki beş günlük gezim sırasında modern sanat müzeleri, çağdaş sanat merkezleri, galerileri ve devletten sürekli destek alarak işlerini sürdürebilen sanatçılarıyla dört dörtlük bir sanat ortamını tanımak olanağını buldum. Yakın gelecekte Danimarka Sanat Konseyi İstanbul’da bir sanat merkezi kurmayı planlıyor.
Saat gibi işliyorsa da bu ortamın uluslararası açılıma gereksinimi olduğu anlaşılıyor; aylık galeri broşürüne bakıldığında birkaç Alman ve İsveçli dışında genelde Danimarkalı sanatçıların adları görülüyor. Avrupalı (ya da ABD’li) olmayan sanat yapıtlarını algılayacak ve benimseyecek bir izleyici kitlesi yok. Görüştüğüm sanatçılar da genel olarak kitlenin çağdaş sanat ile ilişkisini zayıf buluyor ve işlerinde özellikle kitleyi kışkırtıcı ve uyandırıcı yöntemlere başvuruyor.
Bu tutuculuğu kırmak için genellikle ikili ya da çoklu gruplar halinde çalışan sanatçılar eylemli sanat etkinlikleri düzenlemeyi yeğliyor. Kopenhag’da 25 yıldır çok geniş bir sanatçı kitlesinin işlerinden oluşan Pist Protta adlı bir dergi çıkaran Jesper Fabricius; izleyicinin içinde kendini yitirdiği, çılgına döndüğü birbiri içine geçmiş hareketli, ışıklı odalar kuran AVPD; projeleriyle 2008’de gerçekleştirilecek Kopenhag Dört Yılda Bir’in (Quadrinale) küratörlüğünü üstlenen U-Turn; Arhus’da küçük bir dükkânda bir sivil örgüt gibi çalışan rum46 bana 60’lı ve 70’li yılların siyasal eylemci sanatçılarını anımsattı.

Uluslar arası bağlamda ün yapmış iki sanatçının bireysel çalışmaları da sanat piyasasına egemen olan yeni-post-medya ve post-sürrealist resmin karşısında kavramsal, belgesel yerleştirmelerin sarsılmaz varlığını kanıtlıyor. Belgesel ve kurgusal arasındaki sınırda araştırmalar yapan, unutulmuş bir öykünün, bir gerçeğin mekânını inceleyen ve zaman içinde bu mekanın geçirdiği siyasal-toplumsal değişimi gündeme taşıyan fotoğraf ve video sanatçısı 1964 doğumlu Joachim Koester’in Kant’ın yaşamını geçirdiği Kaliningrad’ın (Königsberg) üstüne oluşturduğu fotoğraf dizisi (Kant’ın Yürüyüşü) Avrupa’nın birbiri içine geçmiş tarihsel süreçlerini ve farklı ideolojilerin kentsel doku üstünde bıraktığı izleri gündeme getiriyor. 1967 doğumlu Henrik Plenge Jacobsen 1992’de Sarkis ve Pontus Hulten’in ünlü okulu Institut des Hautes Etudes en Arts Plastique’de ve Beaux Arts’da Anette Messager’in eğitmenliğinde çalışmış. Yapıtları toplumsal alana saldırıyor ve modern yaşamın temellerini oluşturan siyasal, ekonomik, kültürel yapıları sorguluyor.

Olabilecek en düzgün demokrasiyle yönetilen bu ülkede sanatçıların toplumsal-siyasal içerikli işlerle uğraşmaları, her şeye karşın bir şeylerin iyi gitmediğini mi gösteriyor? AB’nin bir anayasa sancılarına ve AB dışı ülkelerden gelen göçmenlerin çoğalması ya da uyum sağlamamaları sakıncasına karşı tutucu ve dışlayıcı bir toplumsal tepki doğacağından kuşkulananlar bu tür eylemci sanatı uygulamaya çalışıyor. Devlet bütün kurumlarıyla belirgin bir biçimde sanatçının arkasında duruyor ve ortalıkta eşitlikçi bir dirlik var, bir adım sonra da uluslararası sanat piyasasına girerler.

İskandinav ve Kuzey Batı Avrupa ülkelerinde sanat ortamının kendine özgü sağlam bir ahlakı var. Sanat kurumları, sanatçılar ve sanat uzmanları arasında rekabet olsa da saygı ve işbirliğine dayanan bir ilişki dikkati çekiyor. Eleştiriler söylemler ve yapıtlar üzerine odaklanıyor; kimse kimsenin işini küçümsemiyor ve en önemlisi kimse “bu işi ilk ben yaptım” demiyor. Bu belleğe saygı duyma ve belleği koruma işi sanatın birbiri üstüne binen tuğlaları arasındaki birleştirici harcı oluşturuyor.

Bizde ise kısa ve derinliksiz bir geçmişi olan çağdaş sanat ortamında, benden önce hiçbir şey yoktu, her şeyi ben başlattım diyenler kuyruğa girmiş durumda.

Son örnek de 1990’dan bu yana -açıkçası kimse beğenip üstlenmediği için - küratörlüğünü yapmak zorunda kaldığım Venedik Bienali Türkiye Pavyonu ile ilgili. Bu yıl Venedik Bienali yönetimi Türkiye’ye kalıcı bir pavyon sunduğu için bu olay Venedik Bienali’nde “ilk kez açılan pavyon” ve “ilk kez resmi katılım” gibi ne olduğu tam anlaşılamayan ifadelerle sunuldu.

Türkiye’nin kalıcı pavyon edinmesi son derece sevindiricidir kuşkusuz, ama bu kitleye doğru bilgiyle sunulmalı! Uyarılar sonunda durum düzeltilir gibi oldu. Ancak bu, konuyu bilmeyen kitlelerde 1956, 1958, 1962, 1990, 1993, 1996, 2001, 2003, 2005 katılımlarının resmi olmadığı gibi bir izlenim bıraktı. Sanatçılar da acaba biz nerede ve kimi temsil ettik, diyorlar.

Kopenhag’da AB ülkeleri sanat sistemleri ve içerikleriyle uyuşma işinin Türkiye’de vahşi bir özelleştirme dönemine giren çağdaş sanat uygulamalarındaki çarpıklıklar bağlamında kolay olmayacağını anlatmaya çalışıyordum. Sanat ve kültür işleri - sanayii ya da işletme niteliğinde de olsa- bilgi, bellek, kuram, uzmanlık ve eleştiriyle yürütülüyor. Bizde işletme bölümü çok parlak da, bilgi, kuram, görgü ve bellek bölümü dökülüyor!

Beral Madra, Şubat 2007




No comments:

Post a Comment