Saturday, June 12, 2010

Avrupa başkentlerinin meydanlarında billboardlara yerleştirilen Sarayburnu resmi, İstanbul’u oryantalist düşlerin merkezi olarak görme zevkinden asla vaz geçmeyen geniş AB kitlelerini mest etti, ama İstanbul’un gerçeklerini keşfetmenin zevkine varan entelektüel AB’liler bu resmi hiç ilginç bulmadı!
Resim özlemli ve oryantalistti. Tarihsel kent dokusu iyi korumuş gibi kendinden emin bir görüntü… Oysa o manzaranın içinde artık iş işten geçmiş dedirtecek kadar büyük kayıplar var.
İstanbul’un tarihsel dokusuyla nasıl başa çıkamadığımızın en sön örneği EMEK sineması ve Cercle d’Orient Binası. Buna gelene kadar çok sayıda binayla başa çıkamadık!
Tepebaşı’ndaki 1880’lerde kurulduğu söylenen tiyatro 1970’de yandı, restore edilmedi ve yerine otopark ve herhalde Ortadoğu ve Balkanların en çirkin binası ödülünü alabilecek olan TRT binası yapıldı. Bu da yıkılıp yerine bir Frank Gehry binası yapılacağı söylendi.
Taksim’deki 1914 yılında mimarı Giulio Mongeri tarafından inşa edilen ve 1970’de AKM yandığında tiyatro olarak kullanılan, 1944'te Türk Sineması 1946'da Yeni Taksim Sineması ve 1964'te Venüs Sineması olarak bilinen bina alış-veriş merkezi olmayı beklerken işportacılara mekân oluyor.
1980’lerin sonunda Feshane keşfedildi, uluslararası kültür/sanat merkezine dönüştürülmek üzere yola çıkıldı, üç yıl içinde bir özel sektör-yerel yönetim kavgası sonra kaba mermer kaplamalarla ve tül perdelerle donatarak düğün-sünnet düğünü-dernek toplantısı-parti genel kurulu-el sanatları fuarı gibi işlevlere terk ettik. Binanın restorasyonunu yapan Gae Aulenti aynı tarihte Paris’te Sen nehri kıyısındaki Grand Palais’nin restorasyonunu yapmıştı. Google’a girip, o binanın durumu ve işlevleriyle Feshane’yi karşılaştırabilirsiniz.
Aynı yıllarda Zeytinburnu Gaz Fabrikası da işlevini yitirmiş ve boşaltılmıştı, kültür/sanat merkezi olmak üzere gündeme geldi; ama bu da gerçekleşmedi. Hayalet bina olarak duruyor. Anımsatmış oldum, hemen ihalesini yapıp bir alış veriş merkezine dönüştürelim. Hava alanı yolu üstünde olduğu için son derece elverişli.
Sütlüce Mezbahası da özel sektör, yerel yönetim ve bir üniversite arasında paylaşılamadı ve sonunda yerel yönetime kaldı. Grotesk eklemelerle, altından geçen tünellerle, granit döşemeleriyle en kötü mimarlık yarışmasına aday olacak niteliğe sahip oldu. İçinde ne teknik açıdan yeterli bir konser/gösteri salonu var ne de günümüz sergi estetiğini karşılayacak bir düzen! Bir işletmeciye ihale edildi…
Sultanahmet Cezaevi de 90’larda sıraya girdi; umutlar bu binanın acı belleğine yakışır bir biçimde bir kültür/sanat merkezi olmasındaydı; ancak bütün karşı koymalara karşın beş yıldızlı otele dönüştü; böylece bu ağır bellek bir daha canlanmayacak bir biçimde yok edildi. Bu yetmedi arkasındaki arkeolojik alana ek yapılıyor.
Sultahamet’de eşi benzeri olmayan Binbirdirek Sarnıcı’nın tabanı betonla kaplandı ve bir işletmeciye ihale edildi.
Karaköy’de Haliç kıyısındaki Yelkenli Han harap durumda bekliyor…
Eşi bulunmayan Arap Camii’ni bulabilmek için büyük çaba göstermek gerek, çünkü çevresi yıkık dökük küçük sanayi dükkanları, depoları ve atölyeleri ile kapatılmış durumda.
Perşembe Pazarı içinde çok sayıda tarihsel yapı hırdavat deposu olarak kullanılıyor.
Osmanlı Devletinin ve TC’nin finans merkezi Bankalar Caddesi elektrik ve lamba esnafının insafına terk edilmiş durumda…
Kadıköy’de Hasanpaşa Gaz Fabrikası yıllardır sivil örgüt- yerel yönetim arasında paylaşılamıyor; şehir efsanesine dönüştü.
Davutpaşa Kışlası Yıldız Teknik Üniversitesi’ne verildi, ancak henüz planlanan şekil ve işleve kavuşmadı…
Toptancıların elindeki Rami Kışlası’nın büyük bir kütüphane olması planlanıyor ve o da beklemede.
Bayrampaşa Cezaevi ve Haliç Tersane’lerinin kaderi belli değil…
Bu arada Ermeni vakıflarına ve Rumlara ait işlevlerini yitirmiş, kaderine terk edilmiş sayısız hayelet bina olduğunu, örneğin Tarlabaşı’ndaki Ermeni Kilisesi’nin bir süre sanat merkezi olarak kullanıldığını da hatırlayalım.
Bu süreçte, kişilere ve özel kurumlara ait olduğu için olaysız dönüştürülmüş Silahtarağa Elektrik Santrali, Haliç kıyısında R. Koç Sanayi Müzesi ve Beyoğlu’ndaki özel sektöre ait yeni kültür sanat binaları gibi iyi örnekler var.
Sanayi- sonrası binalar yükselen değer “yaratıcık sanayi” bağlamında ele alınıyor ve genelde yatırımcılara yap-işlet modeliyle teslim ediliyor. Kamusallığın korunması ve desteklenmesi gibi ilkeli kültür politikası sürdüren kentlerde bu teslimat iyi sonuçlar verebilir, ama bizdeki sonuçlarda psikopatolojik bir yaklaşım gözlemleniyor. Kültür hâlesine sahip olmak için elverişli bir psikoloji değil bu!
20 yıldır Avrupa ve ABD dışı sanat ortamları, Avrupa ve ABD’nin besleyip büyüttüğü post-modern ve küresel sanat sistemine uyum sağlamaya çalışıyor ve bunun için mevcut kurumlarını güncelleştiriyor, yenilerini kurmaya çalışıyor. Türkiye de bu ülkeler içinde yer alıyor. Türkiye’nin 1980’lerin ortasında kadar yürüttüğü kültür sistemi Sovyet ülkelerinin devlet denetimli/destekli sanat/kültür sistemini aratmıyordu. Serbest piyasaya geçişle birlikte sahip olduğu bu kültür altyapısını, sanat ve kültüre yatırım yapması beklenen toplum kesimlerinin bu konudaki öngörüsüz ve bilinçsiz tutumu dolayısıyla 2000’li yıllara kadar gerektiği gibi değişime sokamadı. Buna karşın özellikle Doğu Avrupa, Güney Doğu Avrupa ve Rusya Türkiye’den on yıl sonra kapitalist kültür sanayine geçtiği halde bu kalkınmayı çok daha becerikli ve hızlı bir biçimde gerçekleştiriyor.
Kültürün neo-liberal ekonomideki yatırım değerini keşfettik, ama hem mimari açıdan hem de kurumsallık ve işletme açısından bu yatırımın doğasına uygun bir yenileme/değişim/işletme yapmaya aklımız yetmiyor ve yatmıyor!
Beral Madra

No comments:

Post a Comment