Wednesday, December 07, 2011

KAPİTALİZMİN KRİZİ KARŞISINDA GENEL ÇARESİZLİĞİN İKONLARI


KAPİTALİZMİN KRİZİ KARŞISINDA GENEL ÇARESİZLİĞİN İKONLARI

BİRGÜN-PAZAR-27 KASIM 2011

Son iki aydır gördüğüm yapıtlar arasında iki yapıt önemliydi. Birisi Bienalde yer alan 1975 Kolombiya doğumlu sanatçı Milena Bonilla’nın Sağır Taş adlı Karl Marx’ın yeri değiştirilmiş mezarına ilişkin resim ve video. Diğeri de Nasan Tur’un Galeri Mana’da sergilenen Das Kapital adlı kâğıt triptiği. Bu iki iş de son derece sade, gösterişsiz ve sessiz; ancak tüm insanların iliklerine kadar işleyen Kapitalizm krizi karşısındaki genel çaresizliğin ikonları!

Bu iki iş, gösteri toplumunun seçkin kesiminin gösteriş aracı haline getirilen bienallerin ya da fuar gibi etkinliklerin – bu durum genellikle kentsoylusu henüz gelişmekte olan ülkelerde görülüyor – içeriğini oluşturan çağdaş/güncel yapıtların ana kaynağının Marksizm ve Neo-Marksizm olduğunun da göstergeleri. Son dönemin siyaset-ekonomi-sanat üçgeni kuramcılarından Nicholas Bourriaud ve Jacques Ranciére’in kitap ve makalelerinde sürekli işaret edilen bir gerçek…

Bu bağlamda Neo-kapitalist kensoylunun Marksist kökenli ilişkisel estetiğe yatırım yapması sanat üreticisi, yatırımcısı ve tanıtımcısı için karmaşık bir çelişkiler yumağı oluşturuyor. Bu tür yapıtların gerçek muhatabı olan geniş kitle sanatçının amacının gerçek öznesi olmasına karşın kültür politikalarındaki sapmalar yüzünden birkaç nedenle bu sunumun dışında kalıyor: Devlet kapitalizminin yarattığı homojen kültür altyapıları ve bunların kalıntıları, geniş kitlenin özel sektör çıkarları doğrultusunda medya desteğiyle tüketim kültürüne yönlendirilmesi, sanat piyasalarının sanatçıyı ve sanat uzmanını geniş kitleden uzaklaştırıp seçkin kitlenin yörüngesine itmesi…

Bourriaud İlişkisel Estetik’te 1996’da ölen Felix Gonzales Torres’i, ilişkisel sanatın öncüsü olarak gösteriyor. 12. İstanbul Bienali küratörleri de özellikle Torres’i temel alarak, nerdeyse bu sanatçı üstünden bu kitabın görsel uygulamasını denedi. Bienalin başlığı ve sergi bölümleri de Torres’in “isimsiz” başlıklı bir dizi işinden kaynaklandı. Yabancı küratörlerin çeşitli başlıklarla sunduğu bienalin bu kez “isimsiz” olması bir yandan başlık kirliliğinin yarattığı bunalıma karşı yanıttı, öte yandan Türkiye’nin genel toplumsal-psikolojik ortamıyla da örtüşüyordu. Zihinsel etkinliği, kapitalist düzenin aynası olan televizyon ekranına kilitlenmiş olan Türkiye’nin hiç değişmeyen bir son dakika gündemi vardır ve bu da “aciliyet” ve “ölüm”dür. Türkiye’de yıllık doğal ölüm AB ortalamasına göre yüksek değil, ancak çeşitli afetler, kazalar, cinayetler ve terör ölümlerinin oranı ürkütücü. Bunlar toplum olarak sürekli psikolojik sarsıntı içinde yaşadığımızın göstergeleridir. İsimsizlik bu coğrafyada, bu ve benzeri nedenlerle ölen/öldürülen çok sayıda insanı ve geniş kitleyi işaret eder. Eğer, görsel sanatlar, küresel bağlamda var olan sanat üretimi açısından entelektüel zirvedeki üretimse, bu üretim bu duruma nasıl yanıt veriyor, nasıl gönderme yapıyor, nasıl bir duruş sergiliyor? İstanbul’da gerçekleşen kültür sanayi fenomenleri ve toplumsal-siyasal-ekonomik göstergeler örtüşüyor mu? Dikkatimiz bu sorulara çekildi ve sergilenen yapıtlara bakıldığında, bu yapıtları üreten sanatçıların büyük bir bölümü demokrasi ve refah (artık bu refah da tarihe karışıyor ya) hüküm süren ülkelerden (Güney Amerika, Orta Doğu) olmadığı için bir örtüşme söz konusuydu. Nerdeyse her yapıt yıllardır karşılaştığımız yorumlar, uyarılar ve eğretilemeler dolayısıyla tanıdık ve bildikti. Geniş kitlenin de anlayacağı türden resimler, fotoğraflar, belgeler, el sanatı işleri…

Ancak bienalin İstanbul odaklı Türkiye kültür sanayi içindeki konumuna bakıldığında aynı örtüşme söz konusu değil; bienal 25 yıl sonra bile seçkin bir izleyici kitlesine hitap ediyor ve kitlenin zihinsel açılımından çok finansal kaynağı oluşturan şirketlerin imajına hizmet ediyor. Uyarılarımıza karşın, bienalin basın ve medya yoluyla sunumu, sergi binası cephesindeki logo listesi, açılıştaki konuşma düzeni ve içeriği değişmiyor. AB ülkelerinde katıldığım benzer etkinliklerde artık asla görülmeyen bir “görmemişlik” söz konusu. İstanbul odaklı kültür sanayinin özel sektör tarafından desteklendiğini “sağır sultan” bile duydu, biliyor ve yeterince takdir ediyor. Sağır sultanlar dediğim 12 milyon kadar kişi bu bienallerde sergilenen yapıtların içeriğinin kendi yaşamlarını anlattığını ve kendilerini muhatap aldığını hala bilmiyor! İstanbul Bienali, gazetelerdeki bilgiye göre 4.5 milyon TL ve bu para karşılığında bu sergileri 100.000 kişi gezdi diye övünmek hiç doğru bir yaklaşım değil. 4.5 milyon TL’lik bir etkinliğin bu kentte en az nüfusun %10’una ulaşması gerekir.

Bienal hakkında uluslar arası basında çıkan yazılara bakıldığında stereotip bir değerlendirme görülüyor: İstanbul’un kültürü bu bienale odaklı, küratörler çok başarılı, sponsorlar çok cömert, övülmekten yorgun düşmüş bir dizi sanatçı bir kez daha övülüyor, büyük bir dizi sanatçı da “isimsiz” kalıyor… Gazeteci eleştirmenlerin profesyonel deformasyonu bilinen bir şey; onlardan başka bir değerlendirme beklemek abesle iştigal.

İçerdeki yazılara bakıldığında ise bir bezginlik ve bıkkınlık dikkati çekiyor: Küratörlerin “davaya adanmışlık” notu zayıf; başka işleri yaparken İstanbul Bienali’ni yapıyorlar; işi aldıkları bir buçuk yıl boyunca kimse yüzlerini görmüyor; sürekli önlerindeki sabit listeden sanatçı seçiyorlar, ya da beceriksiz keşifler yapıyorlar gibi eleştiriler var.

Yani dışarıdan ve içerden bakışta bir uyumsuzluk söz konusu…

Ana sorun, demokrasi-refah ülkelerinde görkemli kurumlarda çalışan bu küratörlerin, bu sarsıntılı coğrafyada işi nasıl çözecekleri konusunda zorlanmaları ve yerel danışmanlığın eksikliğidir. Danışmanlık bağımsız ve çok yönlü olmalıdır. Bu küratörler, tıpkı Antoni Muntadas veya Viktor Burgin’in İstanbul 2010 AKB için gerçekleştirdikleri çalıştay ve üretimde olduğu gibi, İstanbul aydınları ile gerçek anlamda ilişki kuramıyorlar. Oysa, Hoffmann ve Pedrosa’nın Torres’in yapıtları üstünden kurdukları bienal konsepti ve sergi lojistiğine bakıldığında belirgin bir “siyasal-toplumsal doğruluk” çabası izleniyor. Sergi bölümlerinin başlıkları, içinde yaşadığımız toplumsal-siyasal coğrafyanın Modernizm-Post-modernizm süreçlerindeki sorunsallara değiniyor ve bu bölümleri dolduran yapıtlar da bu sorunsalları yansıtıyor. Yapıtlar genelde, sanatçıların sarsıntılı ülkelerden olmasına bağlı olarak, ülküsellik, içtenlik, safiyet duygululuk ve adanmışlık yansıtıyor; bu açıdan küratörlerin yaklaşımında da bir “romantizm” olduğu söylenebilir. Belki de bu romantizm bizim sarsıntı psikolojimize sağaltıcı bir etki bırakmıştır.

Bienalde, “İsimsiz” Ross bölümünde eşcinsellik üstüne kurgulanmış işler, Türkiye’nin içinde yaşadığı İslam şovenizmi bağlamında toplum üstünde nasıl bir etki yaratmıştır? Bu soru bana yabancı uzmanlarca soruldu. Burada toplum denilince yukarıda söz ettiğim %10 geçerlidir. Ancak bu yüzde İstanbul halkının zihniyet yapısındaki çeşitleri temsil edebilir. Bienaldeki bu eşcinsellik metaforları içinde muhafazakâr kesimin çoğunlukta olduğu bir kitleye zaten ulaşmamıştır ve dolayısıyla da bir olay çıkmamıştır! Öte yandan bu bienal ve içerikleri seçkinci bir kitleyi nasıl etkiliyor, sorusu da sorulabilir. Seçkinci kitle de Modernizmin soylu yapıtlarının etkisinden ne kadar kurtulmuştur ki, bienallerde kendisine sunulan bu ilişkisel estetik işlerini kabul edebilsin?

Bourriaud, son 30 yılın sanatı için
gözlerimizin önünde yıkılan şey sanat yapıtlarının bölgesel edinim olduğu duygusuna bağlı olan sahte soylu kavramlar düzenidir, diyor. Bu yıkımı seçkinci kitle içinden çıkacak bilgili bir kuşak anlayabilecek; “baba”larına karşın, Bourriaud’un tanımladığı sanatı gerektiği gibi değerlendirebilen… Yani, sanat yapıtlarının günümüz toplumuna hükmeden ekonomi düzeni içinde nasıl bir ekonomik anlam taşıdığını ve bu anlam dolayısıyla da hangi yöntemlerle işletilmesi gerektiğini… İşletilmeyen bir sanat yapıtı topluluğu – yani yalnız koleksiyonların el değiştirmesinden oluşan kısır döngü bir pazara bağlı olan ya da yalnız seçkin bir kitlenin izlencesi olan yapıt topluluğu – Bourriaud’ın tanımladığı sahte soylu bir sanat düzenidir.

Küratörler sanatçı isimlerine odaklanmamızı istemediler, ancak, sanatçıların hangi coğrafyalardan seçildiği ister istemez önem kazanıyor ve küratörlerin bilgi sınırlarını çiziyor. Bienalde Güney Amerikalı sanatçıların çoğunlukta olması anlaşılır bir durum, küratörlerin kökenleri açısından… Bu da bize her açıdan uzak olduğumuz bir kıtadaki çağdaş sanat durumunu gösterdi. Kuzey Amerika ve Avrupa kıtasından ve Orta Doğu bölgesinden seçilen sanatçılar ise fazlasıyla bildik isimler; hemen her çoğulcu sergide yer aldılar son 20 yıldır. Kasım ortasında Tiflis ve Batum’da bir seminer verdim kültür operatörlerine ve bana şu soruyu sordular: Bu yılki İstanbul Bienalinde Post-Sovyet dünyadan ve Asya kıtasından hiç sanatçı olmaması bir rastlantı mı? Rastlantı değil kuşkusuz, her küratör kendi ilgi ve bilgi alanını yansıtıyor ve bu alan ister istemez günümüz sanatını yönlendiren güçlerin – sanat piyasası, koleksiyoncular, sanat kurumları – ilgi ve bilgi alanıyla da örtüşmek zorunda kalıyor.

Bienalin ilk günü bir grup “isimsiz” genç sanatçı sessizce bir performans yaptı; sponsorların toplumsal sorumluluğunu ve siyasal ahlakını sorgulayan bu performans kazasız belasız atlatıldı. Ancak son günü bir grup “isimsiz” genç sanatçının bienal mekanında performans yapmalarının son derece kaba bir biçimde engellenmesi bienalin Torres gibi kurumsallığı ve seçkinciliği reddeden bir sanatçı üstünden sunduğu toplumla ilişki estetiğine aykırı düşen bir durum. Burada logo sahiplerinin toplumsal sorumluluğu yine gündeme geliyor: Gençlerin engellenmesine karşı çıkmaları gerekmez mi? Bu gençlerin bu performansı yapmalarına izin verilmeliydi.

Bu denli soylulaştırılmış bir bienal ortamı İstanbul’un distopik ve miks-topik toplumsal-kültürel içyapısına hiç uymuyor.

İstanbul Bienali ile aynı anda Selanik Bienali ve Tiflis’te Artisterium başlıklı bir bienal gerçekleşiyor. Her iki ülkenin de ekonomik zorluklar içinde olduğu düşünülürse, bu bienalleri gerçekleştirmiş olmalarına hayranlık duymak gerekir. Bu kentleri, ölçek, ekonomik, stratejik ve politik açılardan İstanbul ile karşılaştırmak olanaksız, ancak sanatçı profili, yapıt içerikleri ve sergi estetiği açısından karşılaştırıldığında bu iki bienalin İstanbul Bienali’nden aşağı kalır yeri yok; bütçeleri çok küçük olmasına karşın. Hoffman ve Pedrosa sanatçılara ve yapıtlara ilgi çekmek istedi, ama bienalin içinde bulunduğu kültür politikası koşulları İstanbul’un bir marka olarak abartılı ve görgüsüz bir biçimde öne çıkmasına neden oluyor…

Bu yazıda özetle şunu söylemek istedim:

İstanbul Bienalinin geniş kitleleri kapsayacak, onlara bienaldeki yapıtların gerçek muhatabı olduklarını hissettirecek, sponsor varlığını abartmayacak, davet edilen küratörlerin İstanbul’da en az bir yıl yaşıyor ve çalışıyor olmalarını ve genç kuşak sanatçılarla, kültür ve sanat uzmanlarıyla, aydınlarla diyalog içinde olmalarını sağlayacak bir düzenlemeyle yapılması hayırlı olur.

Beral Madra, kasım 2011

Tuesday, September 06, 2011

THE HOT SPOT OF GLOBAL ART

ISTANBUL CONTEMPORARY ART SCENE AND ITS SOCIO-POLITICAL AND CULTURAL CONDITIONS AND PRACTICES
In this text I will deal with a period of twenty years (1987-2007) in the development of contemporary art system and practice in Istanbul. There are two prerequisites in my attempt. Firstly, I will focus on Istanbul and not on Turkey, because even after twenty years of fundamental infrastructural transformations the contemporary art is being produced, promoted and issued only in Istanbul. Secondly, the international art experts have hardly penetrated into this contemporary art scene and therefore could not contribute with any kind of theoretical or critical oeuvre, I think that Istanbul art scene is not being evaluated with a professional objectivity or even subjectivity but with optimist prejudices or with entrepreneurial endeavor. Istanbul has two faces: the seeming, which is promoted by the art experts of the mainstream global culture industry and the real as reflected in the art works and the local critical theory. Based on these hypotheses, the text aims to give the reader the socio-political, cultural background of contemporary art in Istanbul, the development of the essential transitions in culture industry and the relations with EU within the framework of its enlargement and cultural integration policies.

The emblematic moments of contemporary art making throughout these two decades follow the path of the political and economic episodes.

In the 80’s in spite of the military intervention and the anti-democratic constitution the art got rid of its modernist dust and formalism due to the transition from state capitalism to liberal economy and international communication amenities. The artists embraced the concept and minimal art forms and mixed media installations and spiritually jumped into a parallel course with international stream of interdisciplinary production. The infrastructure of contemporary art scene was barren; it consisted of two main universities (Mimar Sinan University and Marmara University) with their yearly art festivals, a few independent artist’s group exhibitions, private galleries and some corporate culture initiatives. The artists enjoyed their position as the fosterer of post-modern culture and the new visual aesthetics. The earnest attempt to fund or built a modern and contemporary art museum failed due to lack of interest from the state and the private sector.

This decade is decisive in the sense that the first Istanbul Biennale in 1987 opened the way into the liberal culture industry, to the international mainstream and incited the autonomy of the art production. After the military intervention in 1980’s Turkey slowly but surely lost its modernist nation state homogeneity. The socio-political and cultural transformations due to the liberal economy, to the mass emigrations to Istanbul and other urban centers, to the international communication and travel facilities have also effected the concepts, contents, aesthetics and form of art making, connecting it to the popular and mass culture, to consumption and advertisement culture and to the daily life issues. Before being assimilated into the urban life in Istanbul the emigrant population isolated itself and tried to preserve their traditional culture and identity through conservatism and fundamentalism. On one side the ethnic differences and patriarchal order resisted to the urban modernism and standardization and on the other side a heterotopia hand in hand with dystopia appeared in an underground or marginal urban culture. The heterotopia and dystopia manifestations and images which in the 90’s infiltrated into the mainstream art, found their best field of expression in the entertainment and media culture. Yet, the artists of the 80’s were still distanced to these fundamentalisms and to heterotopia and dystopia manifestations. They were still dealing with the heritage of an ideologically polarized 70’s and to begin with they had to close the gap between the Western and the local art forms. Moreover politically they were silenced by the military repression and by the tragedies of their fathers and friends. However, in a group movement, which is called Art Definition Group (STT) some artists gradually changed their traditional image as painter and sculptor and modified their skills, materials and technologies to the requirements of the new era. The founding members of this decisive group were Şükrü Aysan, Serhat Kiraz, Ahmet Ökten, Alpaslan Baloğlu, Ergül Özkutan and Ahmet Öner Gezgin. Calling themselves “Turkish Avant-gardes” throughout the 80’s they organized group exhibitions with a changing group of artist such as Ayşe Erkmen, Canan Beykal, Füsun Onur, Cengiz Çekil, İsmail Saray, Gülsüm Karamustafa, Erdağ Aksel, Selim Birsel as well as painters such as Tomur Atagök, Bedri Baykam, Hale Arpacıoğlu, Balkan Naci İslimyeli. The corpus of work that has been produced during the 80’s is not so visible, because it was not properly documented and preserved and it was not bought by the collectors. In 2005, on the 25th anniversary of the 80’s military intervention, I initiated and curated a retrospective exhibition in Karşı Sanat Gallery under the title “A Balance” and our research certified this deficit. It was a team work of volunteers. One of the aims was to revive the memory of this decade and make the young generation of artists aware of this production, to confront their lack of interest in the recent art history.

In the 90’s the winds of globalization reached Turkey and the rapid transformation from modernist isolation to global inclusion started in intense relationship with the art scenes in EU countries, particularly those with the majority of Turkish emigrants. With the zenith of corporate art and culture centers, with the total privatization of the art scene and with the emergence and domination of the local and international curators the artist’s position changed from fosterer to perpetrator or implementer.

Without doubt the relations with EU within the framework of its enlargement and cultural integration policies have definitely changed the course of art and culture in Istanbul. The process started in the 90’s on strictly individual networking level and gradually developed into an institutional relationship, mainly between private museums, fine arts faculties, artists associations and other NGO’s, mostly funded by EU resources. This interaction was mostly possible in accordance with the process of global economy and politics so that the culture gained independency and autonomy and the interest of the private sector. Precisely this progression prepared the rupture between the Istanbul based contemporary art productions and Ankara based cultural policy. While the state monopoly on the arts as the cultural manifestation of the modern nation state ideology is still prevailing despite the current privatization plans Istanbul art scene has turned its face towards EU.

To my opinion, the cultural relation of Turkey to EU has romantic commitment and the orientalist discourse is still prevailing. Culture is being used- not to say abused - by the state, by the local governments and by the private sector, as the polished extension of the official policy for their goal to enter in EU. On the other hand the professionals of culture industry are still too frail and unsure, so that there is little resistance to manipulations. Moreover it is still a one-way relationship; we are still receivers rather than givers.

Throughout the 90’s when Turkey’s hopes to come near to EU was almost choked within the turmoil of PKK terrorism and suppressed civil war, the demand of displaying culture and art from Turkey radiated from the EU centers and their interest in Turkey’s contemporary art restored the situation. Numerous contemporary art exhibitions with selected artist from Istanbul have been realized particularly in Germany, Netherlands, Sweden, France, and Austria from 1992 on.

Since almost a decade the cultural entities in EU and independent groups in Turkey are showing interest to discover and know each other on the platform of post-modern reconciliation, i.e. on a basis of recognition from Western European art and culture institutions, curators, theoreticians and culture managers. In tune with this endeavor EU funds have opened their doors to numerous projects that has been realized by mostly officially appointed curators and culture managers in EU art institutions which throughout the last half of 20th century were unimaginable for an artist from the Non-west. Projects motivating inter-cultural dialogue between local marginal groups and NGO’s, or between the artists and art experts of neighboring countries, networking and residency programs have been frequently funded by the Mondrian Foundation, Prince Claus Foundation, European Cultural Foundation, Roberto Cimetta Foundation, Anna Lind Foundation. The whole art scene diligently learned how to make a project and how to write a project. Nevertheless the official and public funds of the Turkish state are hardly reachable for the individuals of the contemporary art scene because central and local governments show no response, no reaction, and no action for contemporary art yet. The institutions and individuals are dependent on private money and cannot respond to the “exchange” programs, which is the basis of an effective relation and so called inter-cultural communication. This one way relation is doomed to be ambiguous, complex and detached. On the other hand, since a decade private sector is becoming very conscious of promoting art and the absence of public money in contemporary art field bestows it with more credit than it deserves. Privately funded Istanbul Biennale, three new museums Sabancı, Pera and Istanbul Modern with eclectic programs, four established corporate art centers Yapı Kredi, Garanti Platform, İşsanat, Aksanat with interdisciplinary perspective and public programming, three local art fairs with ambiguous quality and half a dozen serious but local private galleries make up the hype-culture scene of Istanbul. These corporate and private sector culture institutions present their aim as “to render art and culture service to the public” and the way they accomplish this aim and goal is through exhibitions, forums, events and public education programs, which are mainly free of charge.

From a skeptical point of view, the whole corporate art system is financially and officially dominating the in’s and out’s of the art scene in Istanbul. The quality of artistic and cultural production is maintained in a level that modernist aesthetics is not avoided, post-modernist aesthetics is propped up and the mental limits of an elite public is not mistreated. The corporate art centers set up a cultural monopoly together with the press and the media. Criticism is paired with advertising and promotion. In short the whole system is promoted by PR and advertisement companies and clandestinely rejects disapproval or criticism. Adorno’s 1940’s prophecies find their manifestation in the current panaroma of culture: Advertising and the culture industry merge technically as well as economically. In both cases the same thing can be seen in innumerable places, and the mechanical repetition of the same culture product has come to be the same as that of the propaganda slogan. In both cases the insistent demand for effectiveness makes technology into psycho- technology, into a procedure for manipulating men. In both cases the standards are the striking yet familiar, the easy yet catchy, the skillful yet simple; the object is to overpower the customer, who is conceived as absent-minded or resistant. (1)

This yet incomplete process has now a very crucial momentum. EU started to expand its culture policy at first to the East European countries and later to the Balkans. Although the process is not yet complemented there yet, Istanbul very quickly - maybe too quickly - became the field of expansion of this move towards further East. The policy is being extended over Turkey to South Caucasus, to the Near, Middle and Far East. Therefore, Istanbul is no more the border or bridge, but a “complex” transmitter of EU culture to further east.

There is a problem of identity within the complexity as mentioned above: Seemingly it is an emblematic and charismatic position for all geographic directions, in reality however it is distanced and nonchalant to EU due to the current impediments. The same attitude is applicable towards Anatolia and to east and south-east of Turkey. There are some attempts of linking Istanbul based contemporary art and culture to Anatolia. The first one was Diyarbakır Art Center, which is successfully operating since 2000 giving a notable motivation to creative young people, and presenting an alternative educative space for the larger public. Artist such as Şener Özmen, Ahmet Öğüt, Cevdet Erek, Fikret Atay who gained rightful recognition in the international exchange have profited from the conveniences of this center. The second one is Sinopalia, a two year interdisciplinary event to be launched in Sinop, a Black Sea coast city of intricate affairs related to its past and present. However, the city’s ego is too high with charisma stories and hedonism to be involved in the extension of its art and culture. In reality there are deep problems created by the hegemony of micro-politics against the macro politics; i.e. gentrification of districts and removal of marginal population. The recent operations of the metropolitan municipality are to de-construct the current cultural infrastructure (all the buildings of modernism) and to re-construct it according to the requirements of neo-liberalist urban planning.

With this complex identity Istanbul is in a state of continuous fusion and con-fusion.

Seemingly, the border of cultural expansion is shifted to East and Southeast Turkey, around which the countries are expressing themselves with the cultures of their likewise emblematic and charismatic capital cities (Tbilisi, Yerevan, Baku, Teheran, Damascus, Beirut, Amman, Cairo and Tel Aviv) and complex urban life under de-construction and re-construction. The current socio-cultural and architectural status of these cities is astonishingly similar to Istanbul even if they have different internal problems due to the quality and level of the democratization process. These tradition and history laden cities are obviously not centers of welfare and democracy. Evidently, these cities are in globalization distress. For these cities, Modernity was a false appearance and rupture, Post- modernity was the outcome of post-colonial / post-soviet period and the capitalist drive, globalism became a hurricane.

Together with Istanbul, the historical status and the sociopolitical context of these cities determine the “gaze” of EU societies to the Non-EU territories. Despite the efforts of objectivity, dialogue and reciprocity sagas this “gaze” is quite suspicious and anxious. First of all the discrepancy between the culture policies and administrations constricts the channels of communication to sporadic encounters. Secondly, this gaze looks over some fundamental facts: In the course of globalization, the expansion of capital on a world-wide scale produces, as a reaction, all manners of local cultural resistances in the name of cultural, linguistic or ethnic identities. Contemporary art practice is the location of this cultural resistance and it needs a reciprocal communication rather than a one-sided interest.

The conflict of inter-cultural dialogue between the welfare EU countries and the rest is also put on stage in the welfare capitals. Not only the Non-EU but also EU nations are undergoing a profound cultural crisis of identity because globalization as mass immigration is depriving them of their Eurocentric cultural identity. Transculturality in the form of immigrant art and artists is a mirror that reflects the profound cultural crisis which is accompanying globalism. Most of the EU countries with emigrants from the global South are dealing with this cultural crisis through new programming in their contemporary at institutions.

Istanbul is commissioned and designated not only to be a territory of transculturality, but also has to construct a genuine exchange – which I hope is a communication based on equality – with Turkey in the whole but also with all these cities around its borders. This is a twofold task; a task that should have been fulfilled long before... As a curator in this territory I prefer to go after the artists who are fully aware of this crisis and phenomena, who are thinking and creating art beyond the visible and official facts of the cultural relation with EU, who are carrying the burden of transmitting micro and macro culture entities– which is obviously inevitable – with criticism, with a rare consciousness and an unpredictable sense of humor.

The main objectives of this acknowledgment should certainly be evaluated within the theoretical discourse of globalization as well as within the inevitable fact that most of these countries/cities have large communities of Turkish origin which should be amended with their own contemporary cultural vigor in their self-inflicted isolation.

Since a decade curating, which brings the curator into the centre of this system, is the main topic of discussion and antagonism. Istanbul Biennale exhibitions in 1987 and 1989 were curated by me with the support of international and local advisors; however unknown at that time this title was never used in the catalogues. In 1989 I curated an exhibition with Turkish artists for Bari Art Fair, where Mediterranean countries had a special organization. Through this exhibition and in the course of curating the pavilion of Turkey in 1990 and 1993 Venice Biennale my title as curator was registered. From that date on I had some influence on making curating a profession by accentuating my function in fund raising, as coordinating, concept building and executing in the exhibitions despite the antagonist approaches from the older generation artists, galleries and university circles. During the 90’s Vasıf Kortun, as the curator of the 3rd Istanbul Biennale and other independent shows and a few art historians and sociologists have contributed to the establishment of curating. One should also emphasize the foreign curator’s role in this transformation from artist and gallery initiated exhibitions to curator’s supremacy. Rene Block was the first foreign curator, followed by Paolo Colombo, Roza Martinez, Yuko Hagesawa, Dan Cameron, and Charles Esche. All of these curators switched on some sparks in the art scene, have supported some Turkish artists in their endeavor to reach the mainstream recognition but did not generate a genuine interest or criticism into the contents, theory and issues of contemporary art in Turkey.

My curatorial contribution to the international exchange during the 90’s consisted of some twenty exhibitions which I organized in my art centre or in the public spaces such as Atatürk Culture Centre and some historical buildings. Among these I co-curated the “Iskele” exhibition in Berlin and Stuttgart, curated “Orient Express” in Künstlerhaus Bethanien, “Istanbul in Berlin” in Kunstamt Kreuzberg, “Xample” and “Dialogues-The Lost Idea of the order of Things” in AKM, “Concrete Visions” in Kadıköy. In 1995 I was invited by The Rockefeller Foundation to co-curate an exhibition of Islamic countries for 49th Venice Biennale. “Modernities and Memories, Contemporary Art from Islamic Countries” was a turning point in my vocation as curator. I turned my face to the East and South-East of Turkey; since then I have been organizing exhibitions, networking events and publications in collaboration with South Caucasus and Middle East artists and art experts. The last example of this undertaking was an exhibition with eleven artists of this territory, entitled “Neighbours in Dialogue”, realized for the collection of Ars Aevi, Sarajevo Museum of Contemporary Art in April 2007. Solidarity, collaboration and one to one contact is what I have found during my visits to Tbilisi, Baku, Beirut and Cairo. After all, I think that in the first decade of 2000’s, living in this geo-political territory we are onlookers of a global politics that ruthlessly divides the world into two religions and blatantly formulates the economy as stock market. The societies living in and around Turkey through different phases of democracy can hardly proclaim their thoughts, proposals or opposition; they are more silent then loud. The most detectable criticism and opposition comes from artists who with their challenging art works can analyze, scrutinize and shake the roots of the order of the things. The works are mostly based on research of recent history, on sociological and anthropological observations, on underground and marginal cultures, on cultural policies and mirror the varied levels of enlightment within the unfinished modernisms.

Apart from the numerous exhibitions that have been realized in private and official spaces in Istanbul through these two decades, most of the artists from Turkey could show their works in the established institutions all over Europe. Among these Kunsthalle Fredericianum, Künstlerhaus Bethanien, Bonn Kunstmuseum, ZKM, IFA, MUMOK, Kunsthalle Wien, Villa Manin should be mentioned. They were also hosted by almost all the biennale (Busan, Kwangju, Havana, Sydney, Sao Paolo, Prag, Cetinje, Tirana Bienale and Manifesta) since the middle of 90’s.

When we look to the list of these exhibitions we can see a certain repetition of the names. Since 1997 Halil Altındere, Gülsün Karamustafa, Hale Tenger, Esra Ersen, Füsun Onur, Aydan Mürtezaoğlu, Bülent Şangar, Hüseyin Alptekin are almost in every exhibition. Artists such as xurban collective, Fikret Atay, Can Altay, Şener Özmen, Cevdet Erek, Mürüvvet Türkyılmaz, Canan Şenol, Oda Projesi, Nomad, Neriman Polat, Gül Ilgaz, Denizhan Özer, Genco Gülan are frequently invited. While Gülsün Karamustafa, Füsun Onur, Hale Tenger, Ayşe Erkmen, Halil Altındere are constant names of Rene Block exhibitions, Aydan Mürtezaoğlu, Bülent Şangar and Semiha Berksoy (died in 2004) are the one’s of Roza Martinez’s exhibitions. Artists like Ayşe Erkmen, Sarkis, Kutluğ Ataman, Ergin Çavuşoğlu, Hüseyin Çağlayan, Haluk Akakçe are mainly living and working in EU cities and being promoted by by established galleries and official institutions; I am inclined to evaluate their professional success within the EU context even if their work is inspired by Turkey’s peculiarities.

Taking the risk of differentiation, I can put an emphasis on the position and art making of women artists, because they are supposed to reflect the most enlightened face of Turkey throughout the modernism or as part of the reserved feminist movement in Turkey since 1970’s. We can describe the female art making in Turkey with the words of Katy Deepwell (2) feminism is not a singular approach but a broad umbrella term for diverse number of positions and strategies amongst women involved in the production, distribution and consumption of art. The contributors include critics, curators, academics and art. However, in Istanbul art scene the recognition of art making and art works of women artists is an overdue procedure that need more accentuation.

As Turkey is one of the most modernized Islamic country, the Western gaze also fixes the position of the women artists from Turkey into an emblematic position. Indeed the women artists played a significant role in the emergence of post-modern art with a restrained feminist touch. The first group of protagonist women artists, among them Füsun Onur, Ayşe Erkmen, Canan Beykal, Gülsün Karamustafa, Hale Tenger, Handan Börüteçene produced space based installations with socio-political and cultural content during the 80’s and early 90’s. Canan Tolon, İnci Eviner, Tomur Atagök, İpek Duben, Hale Arpacıoğlu and Selma Gürbüz’s mostly neo-expressionist paintings differed from the previous generation with their daring subjects and elaborate techniques. The next group with Şükran Aziz, Özgül Arslan, Şeyda Cesur, Elif Çelebi, Esra Ersen, Gül Ilgaz, Şükran Moral, Neriman Polat, Gonca Sezer, Sermin Sherif, Canan Şenol, Mukadder Şimşek upset the scene with performance, photography, video.

Throughout the 90’s the western gaze was still branding the women in the Islamic world with the veil. Even if their interest were dragging them to the blind alleys of the patriarchal society and they were ardent to reflect the distress of the women population, the women artists of Turkey did not tackle the veil as visual manifestation. The veil became the visual manifestation of the Diaspora artists of the Islamic world and the curators exploited their production for their own pursuit of being politically correct or update.

The visibility of women artists of today reveals itself in their daring and vigorous performances, photography and video works as well as paintings and wall drawings arranged as installations in the given space. Exposure of taboos on female body and other gender issues, daily life and consumption stereotypes, press and media exploitations and ethnic or ideological identities were depicted and transposed into documentary, semi-documentary or fictitious video or photography images in the works of Selda Asal, Yeşim Ağaoğlu, Nazan Azeri, Nancya Atakan, Gülçin Aksoy, Özgül Arslan, Deniz Aygün, Nezaket Ekici, Gül Ilgaz, Aydan Murtazaoğlu, Neriman Polat, Ani Setyan, Canan Şenol, Dilek Winchester. Narrative, surrealist or memory based paintings with implications on the complexity of subconscious or obscurity of desire, delicate drawings reminiscent of illustrated story books or basic teaching strategies and urban or nature scapes are being employed in the paintings and drawings of Leyla Gediz, Yesim Akdeniz Graf, Elif Uras, Mürüvvet Türkyılmaz, Banu Birecikligil, Banu Cennetoğlu, Ayça Tüylüoğlu, İnci Furni, Ceren Oykut, Nalan Yırtmaç. A large group of artists living in EU cities and identifying themselves as the third generation emigrants are keeping their interest in the Istanbul art scene by being continuously in touch with Istanbul artists and curators. In most of their works, for example in the works of Nevin Aladağ, Hatice Güleryüz, Nilbar Güreş, Gülsen Bal one can observe the concern of tracing their roots and re-construing their relationship.

This classification is not an attempt to discern the works of male artists, but to underline the fact that female artist’s presence in the art scene should be mentioned. Evidently there is no difference in the works of male and female artists apart from the particular implications on feminism, on female body and on issues related to female positions as seen from the angle of a woman living in Turkey (or in the region in general).

Thus in general, the contents and forms of the current artworks of three generation of artists reveal an affinity to Popart and Fluxus with a frivolity in utilizing the aesthetics and forms of these movements. The over-all intellectual approach reveals a skeptical view towards the new and the real, towards a stabile subjective standpoint and towards the legitimacy of the order of common things and order of art. The desire to be visible in the mainstream context forces the artists to test their limits of knowledge, skill and self-confidence. Even if they are dealing with very local micro histories or stories and memories they feel contented in challenging sophisticated international experts and the public with their daring documentary or fictitious digital or moving image productions. Since the 90’s two generation of artists articulate in diverse techniques with different materials; they use drawing, painting, photography, and video, sculpture side by side, evidently not escaping the risk of making an inconsistent hybrid installation. The art works disclose autobiographical instances, desires and goals, childhood memories, observations into the daily life of their neighborhoods or risky urban districts. With their fictional or conceptual works, professional photographers such as Ahmet Elhan, Nazif Topçuoğlu and Sıtkı Kösemen have reallocated the photography into the contemporary art milieu. Photography and video documentation of performances or personifications and self-portraits which represent the social or mental and spiritual position of a generation or a group are popular ways of expression. These aspects can be seen in the works of Halil Altındere, Fatih Balcı, Başir Borlakov, Şinasi Güneş, Denizhan Özer, Ferhat Özgür, Şener Özmen, Çağrı Saray, Bülent Şangar. Some of them (Serkan Özkaya for example) daringly journey into the 20th century art history – even if it is partly the art history of the West- and borrow theories and forms which they transform into the needs and conditions of the day. Others pursue their roots in the Ottoman and Islamic art (for example Murat Morova) and find in the tradition similarities in thinking and spirituality. After all 20th century innovation in painting and its reverberation in Turkey’s painting history one cannot expect miracles in painting. However, painting is still the artwork that finds its collectors. What should a painting reflect or represent today? Some artists such as Kemal Önsoy, Mithat Şen, Ahmet Oran, Tayfun Erdoğmuş, Kemal Seyhan respond to this question with abstraction, minimality, monochromatic, repetitive renderings. Painters from older and younger generation Mehmet Güleryüz, Hakan Gürsoytrak, Mustafa Pancar, Murat Akagündüz, İrfan Önürmen, Temur Köran, Mustafa Horasan, all most popular painters comment on the human condition with figurative paintings.

There are common features in the works of the recent decade. All moves to all directions reflect black humor, misanthropy and mischievousness that stems from the socio-political and economic suppressions, disappointments, and desperations. The displays of these remarks, explorations and statements are not for the sake of the viewer to walk through (3) and look at them. In the deep crevices of these folds of narration and imagery there is a desire to insinuate into a reciprocal relationship with the viewer. Nicholas Bourriaud, in his book “Relational Aesthetics” deals with this phenomena and pinpoints it as artwork as social interstice(4).

Who profited of these exhibitions? No doubt the artists who could reach wider and more involved audiences, no doubt the few curators who gained international recognition, no doubt the secondary sectors (PR companies, photo and video laboratories, insurance and transportation companies etc.) of the culture industry. Despite the lack of financial profit and despite the lack of interest of the local and international market the artists could gain an experience and encounter different publics. Possibly, the EU curators could also overcome their orientalist tendencies through their short but valuable visits to Istanbul. And no doubt Istanbul gained its popularity through this global cultural exchange in contemporary art.

No doubt the public profited. However this is a different public. In the global West the art has its mass public by acquiring all the structures of consumption, popular and event culture, such as art fairs with banquettes, parties, celebrations, and exhibitions with interdisciplinary context, social happenings and youth culture. In tune with these enrichments artist’s function and effort has split into two contradictory directions: to be the dissident, the oppositional individual and to fiddle with the new strategies of reaching the mass public. In the global East however, the art has not yet reached its mass public and the art is not a vehicle for thought (5) but stays as a privileged field for the art experts, business sector, media and intellectuals.

Here, the artist’s position is again twofold in consideration of his/her attachment to social goals and his/her relation to the under developed culture industry. For the eastern public the context of art is not a location where everything is consumed and re constructed. The artist is obliged to take some strategies from the popular fields such as the media and the advertisement. In that way the art may loose its self evidence and the inherent criteria; however the artists knows to maneuver from this danger by adopting the strategies of other fields in such a way that the seriousness, intelligence, sensibility and perceptive power is emphasized against the triviality and frivolity. The whole system is intended for towards more recognition from the public; in the global West this public may be more homogenous in its right to reach and consume the art and culture knowledge. In the global East though there is a privileged class and the corporate art system determines the quality of their public with their opulent buildings, safety measures and intermediary agents such as presidents, directors and curators who are more in the focus then the artists and art works. In both territories the sophistication of the system with exceptional curators and managers and the proliferation of promotion and advertisement make the art scene a spectacle rather than a forum. These spectacular events, such as biennale and art fairs are mentioned by the name of the curators and managers; and the list of artists is being announced as late as possible, as little as possible. Only the “star” artist can compete with this fame and glory of the curator.

What kind of chance artists have to be a “star”, if they are not networking or not working with a powerful gallery or a curator, if they are not visible in biennale and art fair? What kind of a chance does an art work have which with its complex content and detailed execution needs a certain devotion, time and commitment from the public? Regardless of the quality and excellence these artists and art works have little chance to enter into the system. This bottleneck which ends up with major questions “what is art now?” or “who is the artist now?” created its own solution. An elegant and tactful resistance of artists is now visible in Istanbul art scene. Not long lasting but effective group movements were popular since the 80’s, but became a survival and visibility strategy now. On of the first examples was Hafriyat (excavation) . In the 90’s a dissident group of artists with unfathomable involvement in underground and popular culture as well as political criticism founded Hafriyat, which referred to the growing of the peripheries with continuous emigration and ongoing construction and re-construction of city districts by the municipalities and by the investors. The group organized yearly shows in alternative spaces and has now a devoted public, so that they opened their own gallery in Karaköy. Other artists intiatives such as Apartman Projesi, Oda Projesi, Altı Aylık, K2 (İzmir), Galata Perform, Nomad, Pist, YAMA emerged out of inevitabilities; they have flexible agenda, assess the benefits of the street and use every opportunity to be visible within the formal cultural agenda of the city.

With this artistic and cultural panaroma Istanbul will be Europe capital of culture in 2010. This year 10th Istanbul Biennale will be celebrated with a retrospective in Istanbul Modern. When I started my journey into the contemporary art territory Istanbul was an outpost. After two decades and with its now a global “hot spot”. The 10th Istanbul Biennale, even if it is now an affiliate of bienalization, is a hot spot not only because of its exotic and sustainability and because of its reflection of buoyancy and motivation to the region but because our region is a hot spot in the global politics. This process of becoming a hot spot of the 2000’s out of an outpost of 80’s had its decisive phases: The artist gained its independency out of the state cultural policy and lost it in the private enterprise policies, artwork became a promotional and commodity object within neo-liberal capitalism; curating became an intellectual privilege and zenith for several professions; inclusion of artists into the mainstream by the mainstream curators divided the local art scene into “in” and “out”; the public sphere of culture and arts is finally privatized and exploited by the private sector; the art making and art events became trend setting events rather than aesthetic and critical field of debate; the artists and curators are learning and experiencing to work and produce within the bienalization (a hybrid system and network of dissident art making, culture industry, event culture, art market).

Throughout the 90’s the biennale, which started as a dissident one – because from the beginning it adopted curating, artist and art work based system rather than the national representation- slowly but surely became an affiliate of Western mainstream art system. Now after twenty years of sustainability Istanbul Biennale should be re-examined in its goals and structure. It was founded in1986, 91 years after Venice Biennale, which was a model for great exhibition throughout 20th century. The course of Venice Biennale was slightly changed in the 90’s. Some African countries were included, women artist were presented in the pavilions (Jenny Holzer and Louise Bourgeois (USA) and Yayoi Kusama (Japan) . In 1993 Achille Bonito Oliva tried to push this process forward with his theme: “Cultural Nomadism”. He wanted to destabilize the traditional nationalistic structure. Six years before the attempt of Oliva, the first Istanbul Biennale (1987) founded its main concept on artist’s presence rather than national presence. In this regards when we think about the role of Istanbul Biennale we can say that it represented the post-colonial discourse of the non-West. With it’s at that time peripheral and isolated character it succeeded in performing its function to go off the road and to rebel. During the decades this has transformed itself within the neo-liberal economy conditions and EU integration process, from the dissident role to an affiliate of the mainstream.

Istanbul is said to be a city that can compete with New York in the energy, dynamism and color of its entertainment or popular culture. Yet, culture in the sense of critical, theoretical, spiritual and aesthetic creation has a modest space within this amalgam of popular heterogeneity. It is a modest space because of the absence or inadequacy of the official, local or private institutions, because of the ignorance and reluctance of their administrators or managers, because of the submissive behavior of all the existing creative communities.

The art scene in Istanbul, which now encompasses three main districts ( Şişli Beşiktaş, Beyoğlu) in the center of the city, has sprung up in the past 20 years. You find galleries scattered in a few blocks in Nişantaş, which is now the dense luxury shopping center, along the İstiklal Street, which is now the entertainment center with numerous music bars and theaters, a few corporate art and culture centers and book stores, and several so called culture centers within the malls in Şişli and Beşiktaş. Striking contrasts can be found on every block in these three districts owing to the gap between the extreme affluent groups and deep poverty. Spray-painted graffiti covers the walls of the modest three-to-five story abandoned buildings in the side streets along the Istiklal Street.

What fascinates about Istanbul at present is not the possibility to examine the forces that are reshaping its contemporary art world, but the possibility of escaping the sterility, the order, the institutional discipline of EU cities. Here it's possible to witness the borderline situation of every kind. Here you can enjoy the challenge of being mounted to the establishment as a foreign newcomer in one week - and a surprising percentage of the newcomers are from EU countries. And, here you can realize that although glamorous, Istanbul is not a city of international intellectual celebrities to live and work. They only travel to Istanbul to be inspired. Although a city of historical architectural wonders, Istanbul is full of scary contemporary architecture. Although a city of pleasant surprises and contradictions, the quality of daily life and utilities are dropping behind the EU cities. The challenges of traditional, modern and post-modern urban structures, the gap between the rich and poor districts, the difference between the social classes, the antagonism between the rural and urban communities and the discrepancy between the macro culture and micro-cultures still make this city the object/subject of orientalist approaches and also the cultural object/subject of Turkey’s integration to EU.

And here you can discover that the rest of Turkey and the whole geography beyond is an outpost for Istanbul.

1. Adorno-Horkheimer, the Culture Industry, 1944
2. New Feminist Art Criticism, Manchester University Press, 1995, p.1
3. Nicolas Bourriaud, Relational Aesthetics, Les presses du reel, 2002, p.15
4. Nicolas Bourriaud, Relational Aesthetics, Les presses du reel, 2002, p.14
5. Mika Hanula, The politics of small gestures, art-ist, 2006, p.6
Partly published in Third Text, Turkey, The Space of the Min(d)Field, Special Issue,guest editor, Gülsen Bal, 90, Volume 22, ıssue 1 January 2008, Routledge

ATIL KUNST
ERİM BAYRİ
THOMAS BÜSCH
MODERN AMA EN ARKAİK
Türkiye’de devletin, sağ veya sol hükümetlerin sanat ve sanatçıyla ilişkisi oldum olası sorunludur. Sanat ve sanatçı siyasal çıkarlara hizmet ettiği oranda gereklidir ve saygı görür. Görünüşte bütün hükümetler sanatçıyı ve sanatı yüceltir; sanatın özgür olduğunu savunurlar. Özellikle de Türkiye’nin AB ülkelerinde temsil edilmesi gerektiğinde… İşlerine gelmediği zaman – yani oy tabanını oluşturan toplumun görmek istemediklerini gösteren eleştirel sanat üretildiğinde - ya da anlamadıkları bir üretim söz konusu olduğunda da bu saygı hiddete döner ve özgürlük rafa kalkar. Sanatçılar ve seçkin toplum bu ikiyüzlü saygıyı kimi zaman kabulleniyor kimi zaman da tepki gösteriyor. Tepki gösterme eylemlerinden etkin bir sonuç alındı mı bugüne değin?
Bu durum, 1980’lerin sonuna kadar özellikle sözsel üretim ve sinema alanında çeşitli sanatçı cezalandırması ve ölümleri örneklerine karşın bu düzende sürerken, liberal ekonomiye geçişle, sahaya sanatı kendi çıkarları için kullanmak isteyen başka bir güçlü oyuncu olarak özel sektör girdi. Bu oyuncu da işine geldiğinde devlet ve hükümetlerle, gelmediğinde de sanat ve sanatçıyla işbirliği yaparak, ama her zaman kendi görünürlüğünü öne geçirerek, düzene katkıda bulunuyor. Sanatçı ve sanat, devlet, hükümetler ve özel sektör arasındaki ikilemli poziyonuyla varlığını sürdürüyor.
Bugün gündeme oturan heykel ve dizi açısından bakıldığında ben “değişik” bir durum göremiyorum. Bildik senaryo oynanıyor! Sanat yapıtına ve sanatçıya karşı çıkış her zaman çeşitli güç odaklarının çıkarlarla, muhafazakârlıkla ve güç kullanımıyla ilişkili oldu; bu muhafazakârlığın türünün ne olduğu burada ikinci konu!
Şimdi, sahadaki oyuncuların fark etmeden başka bir oyunda oynamaya zorlandıklarını söylemek daha doğru, geliyor bana. Oyuncuların tümü, gerçek dünyada/yaşamlarında çözmedikleri siyasal, bireysel-ruhsal, toplumsal-ruhsal ve kültürel sorunlarını sanat üstünden çözme çabasına giriyor. Ancak burada yanılgı “sanat” olarak adlandırdıkları kurgunun (dizinin) sanat değil bir simülasyon (taklit) olduğu, “ucube” olarak adlandırdıkları heykelin de bugünkü sanat eleştirisi değerlendirmeleri bağlamında da 20.yy’ın ideolojilerini yansıtan bildik bir araç (anıt) olduğudur.
Tartışma, tüm oyuncuların “sanat” sandığı, ama küresel sanat kuramı/söylemi/eleştirisi açısından “gösteri” olanı kapsıyor. Gösteri ise mevcut düzenin kendisi hakkında verdiği kesintisiz söylev, onun övgü dolu monoloğudur. Yaşam koşullarının totaliter döneminde iktidarın kendi portresidir. Gösteri günümüzün başat ideolojik aygıtı. Sanatı gösteri olarak yapan da sanata gösteri olarak bakan da bu ideolojinin içindeki oyuncu!
19.yy’dan bu yana modernleşme bağlamında çeşitli kültür yapılanması/kırılması gibi aşamalardan geçerek, tamamlanmamış bir modernizmden sonra, sınır tanımayan iletişim teknolojileri, tüketim ve medya kültürü sayesinde hızla “gösteri toplumu” olan Türkiye halkı devleti, hükümetleri, özel sektörüyle birlikte günümüze özgü “küresel görsel kültür” döneminin bütün arazlarını yaşıyor. Yaşamın bozuk simulasyonları olan eleştirisiz, tepkisiz, edilgen görsel üretimler üstünden yeni bir siyasal düzen ve yaşam biçimi kurabileceğini sanıyor! Siyasal- toplumsal konuların ve dinsel yasakların “görsel üretim” üstünden yoğun ama yine bu denli yanlışlı ve çelişkili bir biçimde tartışmaya girişiyor. İki yüzyıldır Modernizm ve post-modernizm bağlamında örnek alınan ülkelerin 20.yy’da başat kültürel yatırımı olan “görsel üretim”in geçirdiği değişimi hiç hesaba katmayıp, kaldığı yerde sayarak…
Gelen giden hükümetler 20.yy boyunca ulus-devlet ideolojisi bağlamında “sözsel kültür” ile zaman zaman “faşist” boyutlarda hesaplaştılar. Sözsel kültürün toplumu yönlendirme dönemi bitti, şimdi sıra insanlara boyun eğdiren gösteriyi (görsel kültürün eleştiriden arındırılmış biçimi) kendi çıkarları için kullanmak isteyen din ve muhafazakârlık referanslı, ama aynı zamanda neo-liberal bir devlet erkinin, kendinden olmayan görsel kültürle hesaplaşması dönemine mi geldik sorusu gündeme giriyor.
Bu bir bakıma “görsel üretim” için olumlu anlamda kışkırtıcı bir durum; görsel üretim toplumdan ve devletten şimdiye kadar gör(e)mediği ilgiyi görüyor. Oysa, 1980’lerdeki post-modern kırılma döneminde başlayan siyasal-toplumsal-kültürel göndermeli eleştirel görsel yapıt toplululuğunun sunduğu “sakıncalı görüntüler ve konular” ağır mı ağır bir görsel kültür belleği oluşturuyor, aslında. Devletin ve toplumun bir arada görse sindirmekte zorluk çekeceği bir üretim! Tam da bu nedenle zaten bu üretim toplu halde gösterilemiyor.
Genelde yetkeci yönetimlerin gücü ve becerisi, toplumun kendini özgürce ifade etmesini hangi ölçüde denetleyebildikleriyle ölçülmüştür. Faşistlerin sanatı susturarak “gösteri”yi kusursuz bir biçimde gerçekleştirdiklerini ve buldukları yöntem ve biçimlerin derin bir çelişki olarak Demokrasiler tarafından da kullanıldığını biliyoruz. Hitler’in kitleleri coşturan törenleriyle, demokratik seçimlerde uygulanan gösteriler arasında biçim ve görsellik açısından bir ayrım yoktur. Dinsel göndermeler kullanan yetkeci bir yönetim de bu etkisi ve gücü kanıtlanmış “gösteri”yi kullanmak ister; çünkü gösteri dinsel yanılsamanın yeniden maddi yapılanmasıdır.
Türkiye’de “gösteri” durumunu şu düşünceler çok güzel anlatıyor:
Gösterinin kökünde yatan şey, en eski toplumsal uzmanlaşma, yani iktidarın uzmanlaşmasıdır. Dolayısıyla, gösteri bütün diğerleri adına konuşan uzmanlaşmış bir etkinliktir. Gösteri bütün diğer ifadelerin yasaklandığı hiyerarşik toplumun kendisi karşısındaki diplomatik temsilidir. Burada en modern olan aynı zamanda en arkaik olandır.
Şimdi bu düşünceleri Muhteşem Süleyman dizisine uygulayalım. Gerçi yıllardır, Muhteşem Süleyman’ı aratmayacak çarpıklıkta diziler üretiliyor. Örneğin Aşk-ı Memnu, Halit Ziya Uşaklıgil’in bir dönemin toplumsal değişimini anlatan romanı, Yeşilçam ideolojisini yenileyerek “pembe dizi” formatında, Türkiye’deki kadın imgesine bir darbe daha indirdi. Bunu da kabullendik!
Öncelikle konu açısından zengin olan Osmanlı Tarihi veya Türkiye Modernizminin maceraları ne sinemada ne de 1964’de Televizyonun kuruluşundan bu yana “resmi tarih” dışında ilginç bir kurgu ve yorumla sunul(a)mamıştır. Halit Refiğ’in “Yorgun Savaşçı” filminin başına gelenler, Türkiye sinema tarihinde büyük bir kara leke olarak duruyor. Değil eleştirel bakışa bir yapısöküme bile izin verilmemiştir! Ya da yapımcılar ve yönetmenler bile kendilerine bu izni ver(e)memiştir. İfade bir biçimde yasaklanmış, onun yerine gösteri yerleştirilmiştir.
Öte yandan tarihsel film de – en azından inandırıcı dekor ve kostümler açısından -Türkiye film endüstrisinin en güçlü yanı olmadı, hiçbir zaman! İzleyici olarak bu dizide Kanuni’nin Hurrem Sultan ile aşkı yanında dönemin dünyasına hükmedişinin bütün ayrıntılarını görmek isterim; bunun yanında o dönemin derin devlet eylemlerini ve sarayın ve haremin dipsiz karanlığını da…
Bu dizi, resmi tarih dışına çıkabilmek ve geçmişi inandırıcı biçimde yansıtabilmek gibi zorlukları aşıp, nihayet inandırıcı ve hatırda kalacak bir tarihsel kurgu sunabilecek mi bize, yoksa yine şimdiye kadar olduğu gibi yasakçı zihniyetin şablonlarına uydurulacak mı? Bu dizinin Tudor dizisinden hayli esinlenmiş olduğu söyleniyor (söylenmese de daha parçalarda bile bu benzerliği görmek olası). Kuşkusuz burada, Kanuni’yi canlandırmak için neden VIII. Henry örnek alınır ve o dayanılmaz reyting uğruna yaratıcılık bir yana konup kopyacılık yeğlenir soruları da sorulabilir.
Bu yüzyıllık budanmışlık ve “yaralı bilinç” durumunda karşımıza sürekli üretim, algılama ve tüketim biçimi olarak modern ama en arkaik olanın ortaya çıkmasına hiç şaşmamak gerekir.
Toplumun kusursuz bir “gösteri toplumu” olarak, gösterinin kendini tartışılmaz ve erişilmez devasa bir olumluluk olarak sunması karşısında edilgen bir kabulleniş durumunda olması yetkeci yönetimlerin işine gelir kuşkusuz.
Ancak, kabul etmiyoruz derken bizi bu günlere getiren düzeni savunarak ve çoktan klişeleşmiş ve zamanı geçmiş söylem ve yöntemleri kullanarak, benzer gösterilerle bir sonuç elde edilemez. Sonuç, sanat ve kültür üreticisinin mevcut örgütlere sahip çıkması ve bunların işlevlerini günün gereklerine göre yenileyerek etkinleştirmesi, resmi ve özel kültür politikalarını belirleyen güçler yanında eşit oyuncu olarak yer alması, ülkenin kalkınma/büyüme potansiyelinden pay istemesi, uluslar arası iletişim ağlarını kullanıp küresel kuramsal ortamda söz sahibi olması ve hak ettiği sanat ve kültür sektörünü kurmasıyla alınabilir.
Bu da planlama, mutabakat, işbirliği, özveri, direniş ve süreklilik gerektiren bir iştir; “gösteri” değildir.

Beral Madra, Ocak 2011-01-13
KALIN BÖLÜMLER: GUY DEBORD, GÖSTERİ TOPLUMU, AYRINTI YAYINLARI, 2006
ÇAĞDAŞ SANAT KOLEKSİYONU MODASI

Geçen ay Venedikte, Pinault’un Venedik Gümrük Binası’nda kurduğu çağdaş sanat müzesinde 2010 Haziran’ında ölen Sigmar Polke’nin bir dizi son dönem resmini gördüm. Polke 1960’lardan günümüze resmin anlam ve etkisini yeniden tanımlamış bir ressamdı. Resimleri bulunmuş bütün resim tekniklerini ve ikonografisini içeriyordu, hem soyut, hem siyah-beyaz, hem renk hem de figür ustasıydı; kimse onun resimlerini “sınıflayamadı”. Bir ressamın 50 yıl boyunca, siyasal, ekonomik, toplumsal değişimleri yaşayarak sürekli kendini yenileyen ve bayatlamayan eleştirel bir resim yapması olağan değil, kuşkusuz.
Türkiye’de çağdaş sanat koleksiyonculuğu ve koleksiyon müzeciliği “moda” olmaya başlarken, koleksiyoncuların, İngiliz Christie’s müzayede evinin de sahibi olan Pinault koleksiyonunu görmelerini öneririm.
Dünyada genelde iki tür koleksiyonculuk vardır: Geçmişe dönük, geleceğe dönük. Birincisi kolaydır ve güvenlidir; ikincisi ise zor ve risklidir.
Türkiye koleksiyoncuları şimdiye kadar geçmişe dönük koleksiyonlara önem vermiştir. Müzayedeler ve iyi bir para döndürme aracı olarak açılan resim satış dükkânları –lütfen bunlara galeri demeyelim, çünkü galerilerin işlevi çok başka – bu geçmişe dönük koleksiyonları satışa sunuyor ve son 30-40 yılın resimleri elden ele geziyor! Aslında riskli bir iş koleksiyoncu açısından. Çağdaş sanatın kurumsal yapısı zayıf olduğu için bu resimler bir değerlendirme süzgecinden geçmiş değil! Modernizmin ilk yarısındaki resimden geriye kaç kişi kaldığı hesaplanırsa, bu riskin ne olduğu anlaşılır. Şimdilik, kısa vadeli kârlar için bu resimler alınıp satılıyor; buna koleksiyonculuk değil, resim tüccarlığı denir. Ancak tüccarların da işbilir olduğu varsayılır!
Geçmişe yönelik koleksiyonculuğun başka büyük bir karadeliği var: 1980’lerden günümüze üretilen resim dışı yapıtlar (kavram sanatı, fotoğraf yapıtlar, yerleştirmeler, videolar) henüz sahiplerinde duruyor. 2000’li yıllarda – yine içeriği ve sunum biçimi tartışılması gereken – bir kaç sergide bu tür yapıtları geniş izleyici kitlesi görebildi, ancak bu tür yapıtlar gerektiği gibi satın alınmadı. Yerel koleksiyoncunun vizyonu bu yapıtlara kapalı!
Geleceğe yönelik koleksiyon açısından da derin bir yoksulluk söz konusu. Bu yoksulluğu gidermenin zamanı geldi de geçiyor. Bunun için iyi bir momentum yaşandığı söylenebilir. Bir yandan çok resim üretiliyor - içeriği, biçimi ve estetiği enikonu tartışılması gereken resim - bir yandan da söz konusu geçmişe yönelik resim de gittikçe eleniyor ve ressam listesi küçülüyor. Kısacası yakın zamanda – resimlerin durmadan el değiştirmesi dışında – geçmişten alacak bir şey kalmayacak, geleceğe bakılacak!
Bu “çok satılan geçmişe yönelik” resmin genel görüntüsünde, 70’li ve 80’li yılların yaygın estetiği bağlamında figüratif ve soyut resimler yer alıyor. Figüratif resimlerde genel olarak, o dönemin siyasal ikliminde toplumun ve bireyin durumu gerçekçi, düşsel gerçekçi veya dışavurumcu modernist üslupla simgesel, alegorik veya kara mizahçı öykülerle yansıtılıyor. Soyut resimde ise ender görülen bir en aza indirgemeci yaklaşım yanında – çoğu kez dekoratif olmaktan öteye gitmeyen - bolca soyut dışavurumcu ve lekeci yaklaşımlar sıralanıyor; az sayıda da soyut-figüratif karışımı örnekler var.
Bu resimlerin estetiği, içeriği ve biçimi 1980’lerin sonunda bitiyor. Bu tarihten sonra epistemolojik olarak resim estetiği, içeriği ve biçimi değişim geçirmek zorundaydı; bilim ve teknoloji, toplumsal yapı ve psikolojinin değişmesiyle toplumun ve bireyin durumunu simgesel, alegorik veya kara mizahçı anlatımla yansıtmak geçmiş üretimi yinelemekten öteye gidemezdi. Nitekim 90’lı yıllarda Türkiye’de resim üretiminde bir durgunluk söz konusudur; post-medya sanat teknikleri ve estetiği gündeme girmiştir. İçerikler siyasal, sınıfsal, cinsel, kültürel kimlik manifestolarına dönüşmüş, izleyiciyi fiziksel ve zihinsel katılıma zorlayan ve yönlendiren yerleştirmeler öne çıkmıştır.
2000’lerde “resim”, boşluktan zarar gören piyasa dayatmalarıyla yeniden gündeme geldi; hem geleneksel desen ve tuval-boya teknikleriyle hem de bilgisayar ortamında üretilmiş dijital ve animasyon örnekleriyle… Tuval-boya teknikleriyle üretilmiş resimleri sınıflayacak olursak, yine aynı görüntüyle karşılaşıyoruz soyut ve figüratif örnekler. Bu açıdan değişen bir şey yok; ancak bu resimlerin arkaalanında başka bir araç ve estetik var: Fotoğraf ve video-klip estetiği. Yeni resimdeki gelecekçi, düşsel-gerçekçi, post-sürrealist anlatımlarda bile resmedilenin arkasında fotoğraf veya video-imge olduğu belirginleşiyor. Fotoğraf estetiği ustalıkla tuval-boya tekniğine aktarılır, gibi bir işlem söz konusu!
1996’da yayınlanan ve 1970’ler ve 80’lerdekidüşüncelerini içeren “Soft Subversions“daki “Post-medya Alanına Giriş” makalesinde Felix Guattari, içinde yaşadığımız kültür ikliminin artık psikoanalitik değil, şizoanalitik olduğunu söylerken, bunun Freudcü komplekslere karşın bambaşka olduğunu; kişisel-öncesi ile kişisel-sonrası arasındaki içsel dönüşümler ve aktarımların gerçekleştiği bir yer oluştuğunu ve bu yerin de medya-güdümlü küresel dünyaya kilitlendiğini belirtiyor. Medyanın bütün iletişim, yersiz-yurtsuzlaşma ve alış-veriş sistemlerinin tümüne egemen bir olgu olduğunu varsayarak. Freudcü çözümlemelerle üretilen, açıklanabilen ya da eleştirilebilen resimlerin artık geçerli olamayacağının altı çizilmiş oluyor, böylece.
Şizoanalitik bir eleştiri ya da açıklama ile üretilen ve/veya değerlendirilebilen resimlerin nasıl olması gerektiği ise yine Guattari’nin sözleriyle açıklanabilir: Çözümleme (yani bu durumda resimler üretilirken yapılan bütün zihinsel çalışma), aktarımlar ve yorumlarla bireyleşmiş ruhun içine programlanmış gerilim ve çatışkıları çözme çabalarını kökten değiştirmelidir. Çözümleme, gittikçe çoğalan toplumsal uyuşmazlıkların üstesinden gelmek için ifade biçimlerini yeniden yaratmalı ve aktarmalıdır. Guattari bu uyuşmazlıkların a) gövde, cinsellik, toplumsal, fiziksel, ekolojik çevrelerle ve özellikle bilgi, elektronik ve imge aracılığıyla oluşan tekno-bilimsel mutasyonlarla ilgili temsiliyetler ve algılama biçimleri; b) toplumsal ve kurumsal yapılar, hukuk ve düzenleme sistemleri, devlet aygıtları, ahlak, din ve estetik biçimler arasında yaşandığını söylüyor. Yani, resimlerin gündeme getirmek istediği konular. Uyuşmazlıkların üstesinden gelme isteği görünüşte sürüp giderken, bunlar her türlü evrimci süreci durduran daha önceki moleküler kayıtlar tarafından içten dışa baltalanıyor ve sonuçta giderek daha çok öğütülüyor, eskimiş biçimlere tutunuyor ve dahası işlevsel yeterliliğinin kökü kazınıyor, diyor Guattari yaklaşık 30 yıl önce!
Resim, insanın ürettiği en karmaşık ve gizemli üründür; çözümlenmesi güç bir zihinsel sürecin sonucudur. Bir koleksiyonun bu süreci yansıtıyor olması da kolay iş değildir.
Beral Madra, Şubat 2011
SANAT PİYASASINDA DÖNEN DOLAPLAR?
Hollanda’nın Volkskrant (Halkın Sesi) gazetesinin ekonomi editörü Olav Velthuis’un yazdığı “Imaginary Economics” (Düşsel Ekonomi) kitabının ironik bir alt başlığı var: Büyük Para Dünyası ve Çağdaş Sanatçılar. Adından da anlaşılacağı gibi, kitap bizde de her dem taze bir konuya odaklanıyor: Küresel sanat piyasasında sanatın, sanatçının ve sanat uzmanının konumu ve duruşu. Örneğin Genç Sanat’ın Mart sayısında da Fırat Arapoğlu, “Sanat Piyasasının İçinde mi, Dışında mı?” başlıklı sanat uzmanının konumu üstüne çok yerinde eleştiriler içeren bir yazı yazdı. Ayaküstü konuşmalarda da sanatçılar dönüp dolaşıp “ ne olacak bu sanat piyasasındaki durumumuz” sorusunu soruyor…
İstanbul odaklı sanat piyasasından söz ederken öncelikle – uluslararası piyasa ölçütleri bağlamında- şunları saptamakta yarar var: Bu piyasa henüz “uluslararası” değil; bu piyasa henüz “kurumlaşmış” değil; bu piyasa henüz “şeffaf” değil; bu piyasada alıcı ve satıcı arasındaki ilişki henüz “uzmanlık”, “doğru bilgi verme ve yönlendirme” ilkelerine sahip değil. İkinci olarak da şunu belirlemekte yarar var: Türkiye’deki modernist üretim ve 1980 sonrası post-modernist üretim, uluslararası müze sistemi ölçütleri içinde değerlendirilmemiştir; dolayısıyla bütün değerlendirmeler görecedir. Bunu açmakta yarar var: Satılmakta olan resimlerin büyük bir bölümü geç modernist ve pre-post-modernist özellikler taşıyor ve Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihi, sosyolojisi, antropolojisi ve kültürel belleği bağlamında çeşitli sınıflamalar, yorumlar, kavram ve estetik bağlamları açısından değerlendirilip topluma sunulmamış. Bugüne kadar yapılan sunumlar – özel sergiler- genellikle koleksiyon sunumları ve bazı köktenci ve eleştirel yaklaşım içermeyen küratörlük çalışmalarıdır. Toplumla karşılaşmamış, elemesi, eleştirisi yetersiz ve epistemolojik etkisi zayıf bir üretimin piyasadaki konumu çok sağlıklı görünmüyor.
Durum böyleyken, bir de yaklaşık 25 yıllık bir geçmişe karşın henüz beklentileri karşılamayan fuarların ve müzayedelerin yapıldığı yerel sanat piyasasına uluslararası piyasa uzmanlarının porselen dükkânına giren filler gibi girdiklerini izliyoruz. Sotheby’s ve Christie’s müzayede sunumları “ Türkiye Çağdaş Sanatı “ olarak yapıyor ve bu çağdaş sanat kapsamı içinde uluslararası piyasada uzun süredir resimleri zaten satılan bildik modernistler çoğunlukta! Başlık bir yön gösteriyor, içerik o yönde değil! Bu müzayedeler de, tepeden inme ve yetkeci konumlarıyla yukarıda sözünü ettiğim sağlıksızlık içinde.
Şimdilerde İstanbul sanat ortamının can suyu sayıları az olan sanatçı girişimleri, sanatçıların belirli bir ideolojik amaç uğruna oluşturdukları sergi ve etkinlikler, İstanbul’a özgü müzik mekânlarında gerçekleştirdikleri performanslar ve genç ve orta kuşak sanatçıyı sergileyen galerilerden geliyor. Özel sektör sanat ve kültür kurumları da bu manzara içinde modernist, seçkinci, standart ve egemen özellikler taşıyor.
Devlet, yerel yönetimler ve özel sektörden destek al(a)madan – eşiğinde durduğumuz AB kültür politikaları özellikle bu kesimin desteklenmesini öngörüyor- üretici kesim tarafından diri tutulan bu üretimin iki kusuru var: Üç ilçenin dışına çıkma iradesi gösterememesi ve İstanbul’un “marka” olmasına sunduğu yadsınamaz katkı karşılığında sesini yükseltip devlet,yerel yönetim ve özel sektörden hakkını isteyememesi.
Sanatçının ve sanat üretiminin bu sağlıksız piyasada parasal güce sahip olanların değer ölçütleri ile değerlendirilmesi gibi sorunlar – kamusal paranın ve toplumsal sistemin eksikliği gibi daha yaşamsal olanlar – sanatçıları ve sanat uzmanlarını çoğu zaman istemedikleri konumların içine itiyor. Yaşamımızın her ayrıntısını belirleyen ve yönlendiren küresel neo-kapitalist düzen içinde, bu olumsuzluklara ve çarpıklıklara direnebilenler de direnemeyenler de bir fatura ödüyor!
Bu açmaz ve ikilem yeni değil, kuşkusuz. Modernizmin sanat ve para arasındaki ilişkiyi olumsuzlaştırıp “alçak sanat”/” yüksek sanat” karşıtlığına konumlandırarak kısıtlamalarına karşın Marcel Duchamp paraya ilişkin yapıtlar üreterek ve kendisi de bizzat yapıt ticareti yaparak sanat-para ilişkisinin karmaşık ve ikilemli yolunu açtı. Post-modern süreçte Beuys, Warhol, Haacke gibi efsane sanatçılar ve onlar kadar adları duyulmamış yüzlerce sanatçı sanat –para ilişkisini çeşitli yönlerden yapıtlarıyla sorguladılar, irdelediler ve bir yandan da para kazandılar. Bu süreç devam ediyor ve gelişmiş demokrasi ve ekonomilerde yaşayan ve çalışan sanatçıların birincil sorunu da bu para ve sanat ilişkisidir. Bu işin en büyük oyuncusu da bilindiği gibi Damien Hirst (Akaretler’de yeni açılan On Art Galeri’de Kelebekleri izlenebilir). Ancak “düşsel ekonomi” Damien Hirst’ün ekonomi ile ilişkisini tanımlamıyor.
Velthius, “Düşsel Ekonomi” kitabında, “ Ekonomik sorunlar üstüne görsel ya da şiirsel araçlarla düşünen, ekonomik kavram ve süreçlerin anlamlarını sorgulayan, tanımlayan ve eleştiren sanatçılara odaklandım. Dahası, kendilerini düşünceyle sınırlamayıp, tümüyle yeni bir parayla alternatif bir ekonomi tasarımlayan sanatçılara baktım”, diyor. Buradaki düşsel ekonomi, kuşkusuz yeni bir sanat akımının tanımı değil! Ekonominin nasıl işlediğini ve insan yaşamı üstündeki etkilerini anlamak isteyen herkesin, ekonomistlere değil, sanat üretimine bakmasını sağlayan yeni bir bilgi kaynağıdır. Ekonomik sistemleri, işleyişleri ve uygulamaları sanat yapıtına dönüştürerek ve toplumu da bu yapıtın süreçlerine davet ederek oluşturulan bu bilgi kaynağı gittikçe değerleniyor. Sanatın var olanın/ görünenin/ yaşanmışın ötesinde/üstünde bir görsellik üreterek ekonomik sistem içinde bir sinerji üretmesi; neo-liberal ekonominin yaşam biçiminin ve niteliğinin yükseltilmesine odaklanmış mantığına çok uygun düşüyor. Velthius ve “düşsel ekonomi” üreten sanatçılara göre yakın gelecekte sanat ve ekonomiden iki ayrı alan olarak söz edilemeyecek!
Gelişmemiş demokrasilerdeki (Türkiye de bu günlerde polis devleti özellikleriyle bu listenin başında yer alıyor) sanatçıların üretiminde bu “düşsel ekonomi” özelliklerini görmüyoruz henüz; yani neo-liberal ekonomiye dayalı sanat piyasası uygulamalarına karşı donanımlı değiller. Çünkü söz konusu sanatçılar hala insan hakları, ifade özgürlüğü, bastırılmış kimlikler ve diğer toplumsal sorunlarla uğraşmak zorunda. Bunun son örneği de Depo’daki İnsan Hakları Vakfı’nın düzenlediği “Ateşin Düştüğü Yer” sergisinde…
Devlet ve yerel yönetim sübvansiyonlarının olmadığı ya da yetersiz olduğu ülkelerde genel olarak düşük gelir düzeyinde yaşayan sanatçıların neo-liberal ekonomi koşullarında iki pozisyonda olduğu görülüyor: Sanatçı ya var olan ekonomik koşullarda bir kurbandır, ya da bu koşullara hizmet edendir. Velthuis iyimserlikle düşsel ekonomi yaratan sanatçıların kurban olmaktan kurtulup, toplumsal ve ekonomik sermayeye kaynak oluşturacak bir sermaye (bir ekonomi) yaratabileceklerini ileri sürüyor; umarız bu yakında gerçekleşir.
Beral Madra-Mart 2011

Monday, June 27, 2011





NOTES ON 54TH VENICE BIENNALE
Today’s Mediterranean is a scene of political and economic crisis, of war conducted with high technology and what is more a scene of anonymous victims of terror, whose number is not even mentioned. Yet, in the coming six months artists, prominent art experts and collectors, gallerists from over 80 countries and a very heterogeneous public is celebrating contemporary art manifestations from 31st may on. Despite the economic crisis all over the region, millions of Euro will be poured into this more than a century old art event.
The inhabitants of the Mediterranean have always been able to live in hell and paradise at the same time. Both metaphors being the production of human mind create the timeless utopia/dystopia dilemma. Raymond Willams’s description of four utopias, namely a better place imagined to be existing; a better place naturally existing in the universe; a better place created by human labour; a better place created by technology and science. All these are paradises; but the global politics and economy utilizing these utopias as their vision masterfully transforms them into dystopias. Art making and art production seems to be the only way to maintain the paradise dimension of these utopias as it is a better place created by human mind and hand!
Bice Curiger has announced her concept as “ILLUMInation”, advocating the nation based structure of this biennale which at the beginning of 90’s adjusted itself to the globalisation by introducing multi-cultural artist based exhibition in addition to the national pavilions. At the same time Curiger approached the global production with a retrospective look to art production, focusing on Tintoretto, which is the most touristic element of Venice. Tintoretto’s masterpieces welcomed the viewer in the Italian Pavilion, which is the culmination point of the biennale. The paintings displayed in the labyrinth-space of the Italian Pavilion could not compete with Tintoretto in their concepts and aesthetics; most of these paintings reveal the stagnant and spiritless examples of modernist abstraction. Yet, Tintoretto will attract more tourists to the biennale...
In strong contrast to Curiger curated exhibitions, most of the Pavilions had strong political content in consideration to the related nation’s current political status. The as “art and sports” presented multi-disciplinary work “Gloria” of USA Pavilion artists Puerto Rico-based art team of Jennifer Allora and Guillermo Calzadilla was far from “exciting” – this was the motto at press conference - but rather spine chilling. The existence of the military tank in the Giardini revealed the controversial war-peace circumstances in the Mediterranean. However, the collaboration of USA Government with the various art and culture institutions, which was again underlined in the press conference, was an example of the “glorious” possibility of free creation and criticism.
The other impressive pavilion, which is directly related to today’s Mediterranean drama was the Egyptian Pavilion which showed the work of Ahmed Basiony (1978–2011) who died during the revolution. With its double content, performance as an artwork and documentary as a political action, this installation was gratifying the function of art making in the non-democratic countries. The running on the place performed with digital connections to transform this movement into an art-map was juxtaposed with the real-time shots of Basiony. As a loyal Venice Biennale visitor, I can say that it is the first time since 25 years that I have seen a real contemporary art work in the Egyptian Pavilion. It is very comforting that the revolution could even restore the official corruption that always misrepresented the art production in Egypty.
The other Pavilion which was reflecting its nation’s socio-political, economical and psychological conjuncture was the Greek Pavilion. First of all, it was very timely to invite a woman artist; secondly Diohandi was the best choice, not only because she is one of the senior women artists of Greece, but because of her agitating “illumination” of the pavilion. The pavilion was covered by a wooden board, which concealed the neo-classical building and isolated it in the Giardini. In juxtaposition to this rudimentary coating, the inside proposes a philosophical serenity.
Russia, Serbia and Croatia were represented by artists from the same generation of the polarized world.
Curated by Boris Groys, “The Empty Zones” exhibition in the Russian Pavilion was an archive exhibition covering the actions of the group Collective Actions, founded by Andrei Monastarsky (1949) in 1976. Serbia presents Dragoljub Raša Todosijević (1945) with a comprehensive retrospective work which is being introduced in three parts. Curators WHW are presenting Antonio G.Lauer a.k.a Tomislav Gotovac (1937-2010) with his films since 1960’s. There was another similar exhibition in neighbouring Croatia, curated by Branko Franchesi, director of the collection of Marinko Sudac, a Croatian business man. A selection from this collection which contains some 20.000 pieces of the avant-garde of ex-Yugoslavia was presented in the ship of Tito, at Rjeka harbour.
Is this a coincidence? I don’t think so! This is an awakening from a series of unaccountable Post-wall and Post-soviet exhibitions of the 90’s, which were curated by foreign curators with a lot of prejudice and lack of profound research. For more than a decade the artworld has evaluated the art production of that era through the “gaze” of foreign curators; which probably promoted a selection of artists and art works to the international level, but at the same time overshadowed the others and in particular the memory of the art production of the 60’s to 80’s. Now, it seems the time has come to restore this memory.
Istanbul art scene revealed its presence with Ayşe Erkmen’s “B Plan” water purification installation in the Pavilion of Turkey (Arsenale), which reflected her minimalist, industrial design and environmentalist style. Another celebrity from İstanbul Vasıf Kortun, who just opened the doors of the newly restored building of former Garanti Platform with a new concept and name (SALT), had serenely and contentedly curated the UAE Pavilion (Arsenale). As a curator from Istanbul I was invited to curate Azerbaijan Pavilion (please see: www.azpavilion.org), which ended up with the removal of Aidan Salakhova’s two sculptures and my press release protesting and supporting the artist. This kind of official intervention has not happened to me before; even in the most radical, authoritarian nationalist political ideology periods of Turkey! My more modest contribution to Italy’s ongoing illegal human traffic problem, rather than to the biennale was the exhibition of Mehmet Günyeli in Oratorio di San Ludovico (Nuova Icona), displaying the photos of the boats from the harbours of the Aegean Sea.
While Istanbul’s ongoing fame is being fostered through these presentations, its real-self or enigma was disclosed by Mike Nelson in the British Pavilion. One of Mike Nelson’s early installations “The Deliverance and the Patience” which he has realized in Ex Birreria, Giudecca, Venice in 2001 consisted of a labyrinth built on 240m2 with many rooms, some furnished with furniture and objects and corridors. He created a hermetic environment for the viewer and invited them to a kind of negotiation between narration and reality. We must remember here that this idea of “architectural installation” within the exhibition space had another example in the same 2001 Biennale: Gerog Schneider’s “Dead House Ur”. Though different in their concept and content, the hermetic and mysterious form and the relation to the viewer’s perception was the same. However, as usual the media has covered Schneider’s work, because it represented a leading pavilion and left Nelson’s installation out! Nelson has continued working on this concept and when he was invited to the 8th Istanbul Biennale he entered into one of the most neglected historical buildings, namely Valide Sultan Caravansarai in Eminönü district. For a month or two he transformed one of the artisans work space into a photo lab, in which he displayed numerous photographs of the district. British pavilion is now hosting an elaborated version of these two previous installations. The uncanny entrance court, vaulted rooms, narrow corridors and staircases wait on the viewer to drive them into the “subconscious” of Istanbul. The numerous photographs hanging in the photo-lab room is supporting this concept with visual material. To my opinion, this installation had a strong political message, referring to the position and role of Turkey (Istanbul is the metaphor for Turkey and for the neo-Ottoman politics of the ruling party) in the ongoing crisis in East Mediterranean, Near Asia and Middle East.

Beral Madra, June 2011

Wednesday, June 08, 2011


PRESS RELEASE
THE REMOVAL OF AIDAN SALAKHOVA’S SCULPTURES FROM THE PAVILION OF AZERBAIJAN IN 54TH VENICE BIENNALE
I was invited by the Ministry of Culture of Azerbaijan to be the advisory curator of the exhibition of Azerbaijan Pavilion in 54th Venice Biennale. From September 2010 on I have worked with Mr. Chingiz Farzaliev, who acted as commissar and local curator. All the works of these artists have been evaluated in meetings in Baku and Venice. Aidan Salakhova has presented her sculptures in every detail which have been produced in Carrara and these works together with the works of the artist have been published in the catalogue and announced in the website from April 2011 on.
31st of May, when I came to the pavilion I was informed that Ministry of Culture has found Salakhova’s two sculptures which were installed in the entrance of the Palazzo controversial to the prestige of the country.
Aidan Salakhova and me, we felt very concerned and responsible of the image of the exhibition and respecting the position of the other artists we tried to be positive and find a solution. As it could not be removed during the opening days, the sculptures were covered with textile. Until 5th of June, every day we have discussed with the authorities and responsible people of the pavilion and explained that:
-Removing the sculpture will mean “censorship” and it will do more harm to the image of the country than the sculpture itself; it would be much effective, if the officials would place a label next to the sculpture and declare that the authorities are not acknowledging and approving the form, message or concept of this sculpture, that it is the interpretation of the artist.
-The concept of the sculptures has been misinterpreted and misjudged by the authorities or by their advisers; all symbols, signs, objects Salakhova is using have a historical and traditional knowledge and anchorage.
-The meaning and message of this work is extensively explained in my catalogue text and is eventually the artist’s interpretation of “being woman under the religious dictums”; here the religion is not only related to Islam but also to Orthodoxy and other religions, which before Islam introduced the veil;
-The selection of artists and the works have been made by me and by Mr. Farzaliev with utmost responsibility and prudence; during this process there was not one negative hint that came on Salakhova’s work.
-The Venice Biennale is a platform for extreme artistic freedom, for sensitive topics, for limitless criticism; therefore all countries must consider and accept this context before participating.
However, we were not able to convince and stop the removal of these sculptures.
In my 30 years of profession, I have never experienced this kind of conflict. However, lately I am observing, probably most of my colleagues also do - the growing intrusion of the political and official power on contemporary art production and on the artists and curators in many countries, including the developed democracies. Contemporary art production and its theoretical and critical context is being employed and exploited by the official power as well as by the private sector as a tool for high prestige and glory; but at the same time its content and concepts are not tolerated and acknowledged.
We in the production sector of contemporary art are witnessing and enduring this use/abuse process. We release protests and supports for the victims of these attitudes. Journalists investigate and write about it. However, at the end the damage is done and the artist or the curator suffers.
In the case of Azerbaijan Pavilion, I think from now on this is the problem of the artists and curators living and working in Azerbaijan. I have done my best, to bring the Azerbaijan contemporary art production into the agenda of international contemporary art; however I must acknowledge that I was naive and I failed. The artists, art critics and curators in Azerbaijan should act and liberate art making, art production and creative criticism and take their long deserved position in the international art.
On the other side, this is also becoming a general problem in the art world and I think the artists and curators should have an international legal protection against these conflicts.
Beral Madra
Tuesday, 07 June 2011

Saturday, April 02, 2011



berliner wirtschaftsgespräche e.V. . Alt Moabit 82, 3.Etage, . 10555 Berlin


Berlin 2020: Fit für die Zukunft? Wie steht es um unsere zukünftige Kulturlandschaft?


Die bis dato gezahlten Zuschüsse von 8,1 Milliarden Euro an deutsche Kulturinstitutionen werden laut Medienberichten in den kommenden zehn Jahren um acht bis zehn Prozent sinken. Bei gleichzeitig steigenden Kosten wären dann bis zu zehn Prozent der Einrichtungen von Schließungen bedroht. Wird hier aber an der falschen Stelle gespart? Denn auf der anderen Seite steigt die Nachfrage nach Leistungen aus dem Kreativ- und Kulturbereich – vor allem im Bereich Werbung, Software und Design - stetig. Allein in den letzten zehn Jahren hat sie sich mehr als verdoppelt. Dies bedeutet, dass der Markt mit Kreativ- und Kulturprodukten ein Markt der Zukunft ist und nicht zuletzt vielen als Einkommensquelle dient. Attraktiv ist er nicht nur für kleine Selbstständige, sondern auch für größere Unternehmen. Wie einst einzelne Regionen um Industriestandorte buhlten, so versuchen sie nun dem Kultur- und Kreativmarkt einen idealen Nährboden zu bereiten, um im Wettstreit der wirtschaftlichen Entwicklung eine weitere Säule des Dienstleistungssektors auszubauen. Aber wie jeder Markt ist auch der der Kultur- und Kreativprodukte umkämpft. Ein Wachstumspotential kann nur in denjenigen Regionen stattfinden, die bereits im Wettbewerb sind und ein ideales, dynamisches kreativwirtschaftliches Cluster haben. Wie steht es dabei im internationalen Vergleich um Berlin? Ist die Stadt bereit, diesen Kampf aufzunehmen und bietet sie einen geeigneten Nährboden für die Kreativ- und Kulturwirtschaft? Integriert sie „Freischaffende“ aus den genanten Bereichen in die gesellschaftlichen Solidaritätsstrukturen und kann sie den momentanen Zuspruch dieser Gesellschaftsgruppe in die Zukunft transportieren? Hierüber wollen wir diskutieren mit: Podium: Klaus Wowereit, Regierender Bürgermeister Berlin Beral Madra, BM Contemporary Art Center Istanbul Dr. Volker Hassemer, Senator a.D. Anna Lyrevik Malmö Kulturstöd, Schweden Moderation: Prof. Claudia Lux Zentral- und Landesbibliothek Berlin-Brandenburg Begrüßung: Dr. Rudolf Steinke Vorstand der Berliner Wirtschaftsgespräche e.V. Datum: 30. März 2011, 11 Uhr Ort: Deutsche Kreditbank - Taubenstraße 7-9 - 10117 Berlin

Beitrag zum Podium von Beral Madra


Es ist erfreuend dass wir über die Zukunft, über Kultur und Kreativität sprechen. Weltpolitische Angst, große Misstrauen und Täuschung die mit Gefühlen der Hoffnungslosigkeit verbindet ist, ist überall. Und gerade Kultur und Kunst sind die bedeutungsvollen Bereiche für den Wohlstand der Welt. Politiker, Wirtschaftsleute, Bürokraten nennen Kunst und Kultur „Geistiges Kapital“ und Kulturindustrie als eine Kraftquelle für die Ökonomie. Nachdem viele Theoretiker in mehreren Büchern und Schriften angedeutet haben, dass das kulturelle Kapital wie das soziale und ökonomische Kapital die soziale Struktur beeinflusst und bestimmt, ist es selbstverständlich. Nachdem die Kunstmarkt ohne Krise ist, ist es selbstverständlich. Man hat die modernistische Erkenntnis, dass Kunst und Kultur isoliert hat, endlich aufgegeben. Jetzt ist die Motto: „Kunst ist geistiges Kapital“. Jedoch gibt es andere Meinungen in EU. Der Italienische Finanzminister Giulio Tremonti hat “Man kann Kunst nicht essen” gesagt, nachdem er drastische Kürzungen in Kunst-Etats gemacht hat. Man kann auch nicht erstaunen dass, ein ehemaliger CEO von Mac Donalds Mario Resca jetzt in Kulturministerium arbeitet. Also manche Länder sind noch im 20.Jahrhundert geblieben.

Wie war Kultur Charakter im 20. Jahrhundert? Künstlich, Identität Lücke, Bürokratisch, Introvertiert, Standardisiert Hegemonische Einstellung, Europazentrisch Wie ist es jetzt? Kultur Charakter in 21. Jahrhundert? Identität Orientiert, Unternehmer Geist, Treue an Prinzipien, Langfristiges Denken, Haltbarkeit, Innovative Einstellung, Interkulturelle Dialog, Rücksichtnahme und Respekt.

Ich beobachte diese positive Entwicklung in verschiedenen Stadien überall. Von unserem Blickpunkt ausgesehen ist die Kulturstruktur und Politik in Deutschland ist sehr fortgeschritten und als Modell angesehen. Sehr früh haben die Institutionen hier der interkulturelle Dialog berücksichtigt und die Gegenseitigkeit der Kulturen als Hauptkonzept angenommen. Gleich nach der Vereinigung haben wir hier die erste Ausstellung der Künstler/innen aus der Türkei gemacht. Eine sachliche Beschreibung der Kulturpolitik und Kulturökonomie in der Türkei erklärt warum Berlin ein Modell ist. Diese Beschreibung ist mehr oder weniger für die ganze Region östlich von Wien gültig. Die Förderung von Kunst und Kultur, im Sinne der Unterstützung des Kreativen Individuums steht noch nicht so dringend im Mittelpunkt der Kulturpolitik der Türkei. Die Wirtschaft befördert die Kunst mit Privatmuseen. Gegenwärtige Unterstützung der Projekte sind mehr von den EU Fonds gesichert als von der Türkei. Die Frage ist wie Entwickelt sich die bildende Kunst und Kultur ohne offiziellen Beitrag? Mit der Energie und Großzügigkeit der Künstler. Die Kulturförderung ist nach dem Grundgesetz in erster Linie Sache des Kulturministeriums, das jetzt auch Tourismus betreut. Das ist eine Verwirrung im Sinne der Verteilung der Aufmerksamkeit und Finanzen erzeugt.

In 2010 der Staat hat Kunst und Kultur mit 507 Millionen EURO finanziert. Nur Historische Kulturerbe, Orchester, Ballet, Theater, Oper, Bildende Kunst Galerien inbegriffen. Diese sind kulturelle Einrichtungen, die die offizielle Moderne der Türkei repräsentieren und noch die nationale Bedeutung haben. Eine Post-Moderne Umformung ist noch nicht ermöglicht. Eine besondere Rolle in der zeitgenössischen Kunst und Kultur spielt das kulturelle Leben in Istanbul. Istanbul ist eine wichtige Verbindungs- und Netzwerk-Ort für zeitgenössische Kunst in einer geo-politischer Milieu und Sphäre, die damals als Peripherie genannt wurde und jetzt ins Zentrum geordnet ist. Die meist internationalen aber auch lokalen privaten Konzerne bestimmen die Makro-Ebene der Kunstszenen in der Gegend und damit auch die Form und Ästhetik der Kunst, so dass z.B die Malerei als Favorit im Markt vorspringt. Es scheint so aus, dass auch außer EU ein Kunstboom und ein Museumsboom stattfinden. Der private Konzern hat „die zeitgenössische Kunst“ als eine de facto Image bewilligt und das Privatmuseum und Kunstzentrum Phänomen verwirklicht. Diese Privat Museen und Zentren erfüllen das Bedürfnis der Publikumsorte für Kunst und Kultur. Dann ist die Frage, welche Bilder beliebt sind und Anerkennung finden? Wie frei sind die Künstler/innen in ihren Aussagen und Formen?

In der Mikro Ebene entsteht die prägnante Kunst. Die Künstler/innen sind stark politisch und dissident. Es gibt viele Beispiele, die die Künstlerinnen als Ordnung-Störer definieren, oder nur als Handwerker bezeichnen. Die zeitgenössische Kunst und zusammenhängende Erzeugnisse sind nicht so nachdrücklich in der Agenda der Bevölkerung. Die Event- und Populärkultur Stars sind „Künstler/innen“ genannt und wahrgenommen. Offiziellen Kunst und Kulturzentren sind seit Ende 90’er Jahre in den über 20 von 39 Gemeinden von Istanbul gegründet. Ideologie, Inhalt, Konzept, Program und Publikum dieser beiden Infrastrukturen sind ziemlich verschieden aber beide monopolisierend, in dem Sinne, dass sie in die Inhalte und Form eingreifen.

Wieder muss man fragen was mit der Kunst in diesen privatisierten oder politisierten Institutionen passiert? Verliert die Kunst ihre Besonderheit? Oder ist die Kunst ausgehöhlt? Diese Frage ist sehr mit den resistierenden, demokratisch unterstützten Künstler- und Kunst-Experte Profil und zusammenhängende Gemeinschaften abhängig. Je mehr die Künstler privat oder offiziell finanziell ohne Befangenheit unterstützt sind, und je mehr die Markt sich international entwickelt desto mehr ist die Kunstproduktion reich im Inhalt und Form. Hier muss man kräftig unterstreichen dass das Symbolische Kapital oder Imaginäre Ökonomie sehr lukrativ und sorgfältig behandelt sein soll. Die Staatshaushalt-Experten müssen über die Kunst und Kultur Industrie eingehend aufgeklärt sein. Unter den politisch-soziologischen und ökonomischen Bedingungen in der Region leidet die Kunst-und Kulturindustrie sehr stark. Was als kreative oder als theoretische Produktion erzeugt ist, wird durch sehr enge Finanzen und meist durch die EU Fonds erzeugt.

In diesem Sinne war Istanbul 2010 ECOC Etat eine sehr opulente Subvention in die Szene, die mit über 600 realisierten Projekten exorbitant ist und viel Optimismus geschaffen hat. Die Nachhaltigkeit ist noch offen. Es ist nicht so wie in EU, dass die Etats in der Region in einer vernünftigen Weise gekürzt sind; es gibt keine operative Förderung, die Rahmenbedingungen für die Entfaltung von Kunst und Kultur zu verbessern und weiterzuentwickeln, oder in die kompetitive Ebene aufheben. Es gibt sehr geringe Möglichkeiten die Politiker und die Bürokratie zu überzeugen, dass sie die Imaginäre Ökonomie erst zu nehmen. Die Frage ist, gibt es eine Hoffnung wenn die autokratische Staatsstruktur, die Neo-Liberalismus extrem ausgeartet hat und all Abarten der Monopolisierung ausgeübt hat, allmählich und eventuell zugrunde geht, die neue Struktur die Imaginäre Ökonomie in das neue Programm einbettet. Was soll man noch berücksichtigen, um die jetzige Konstellation aufzufrischen und die zukünftige Bedürfnisse und Forderungen von heute aus zu erfüllen?

1.Laufende Subvention für die junge Künstler/innen und der eingeborenen (lokal-regional-traditionell) Unternehmen und kulturellen Einstellungen

2.Korrelation (Beziehung) zwischen kulturellen Erneuerungen/Innovationen und ökonomischen Infrastrukturen und Systemen

3.Kulturkapital als eine ökonomische Hebelwirkung verankern

4.Internationale kulturelle Beziehungen auf Basis der Gegenseitigkeit und Einfühlungsvermögen ausführen

5.Nationale Kulturelle Inventar und Gedächtnis von der nationalistischen Ideologien befreien und als weltlich-geistige Reichtum behandeln

6.Die kulturellen Mittel, Methoden und Prozesse, deren Auswirkung für die Integrität der Gesellschaft als positiv bewiesen ist, zu den problematischen Kultur-Zonen großzügig anbieten.

7.Die Planung des Kulturkapitals für die Zukunft muss unter Gleichberechtigung der Parteien (Künstler, Kunstfachleute, Politiker, Wirtschaftsleute) ausgeführt werden. Stereotypische Machtspiele verderben jegliche Vision und Synergie, die hier unvermeidlich sind.


Fotos: An entrance at Chaussestrasse, Berlin; Karin Sander, at N.B.K