Sunday, May 23, 2021







photos. copyright BM- 1994-1996

İSRAİL SANAT VE KÜLTÜR ORTAMI ÜSTÜNE 1996 TARİHLİ İKİ YAZI


Omanut-O Namut (Sanat ya da Ölüm)

Tel Aviv, Ocak 1996

 

 "Senin Gerçek Kökenin Nerede?", "ben Artık Olmadığım Zaman ne Olacak" gibi kimlikleri ve varlığı irdeleyici çarpıcı tümceler Tel Aviv'i yakın kasabalara bağlayan yollar üstündeki dev Billboardlarda ve alış-veriş merkezlerinde yer alıyor. Yalnız bu tümceler değil, izleyicinin ancak sergilerde gördüğü zaman hoşgörü ile karşılayabileceği türden sarsıcı siyasal, kültürel, cinsel göndermeler içeren fotograflar ve bilgisayar resimleri de dizili her tarafta. örneğin 1930'lu yılların grafik anlayışında yapılmış dev bir afişte, güneşli ve mutluluk vaad eden bir havada, kucağında üzüm dolu sepeti taşıyan sağlıklı bir genç kızın yüzü, İsrail'de görünce daha da irkiltici olan Hitler'in yüzü ile değiştirilmiş.

Sanatta Billboardların kullanılması kuşkusuz yeni bir olay değil, ama bu iş durup dururken yapılmıyor; bir gereklilik, bir karşı çıkış, bir yanıt olarak ortaya çıkıyor. Şimdilerde sanatın yeniden siyasallaşmasının nedeni, laik demokrasinin milliyetçilikle karışık köktendincilik tehditi altında olması ve kitlelerin tüketim hırsı içinde olan bitene karşı kayıtsızlığı.

Bir yandan bir köktendincinin İzak Rabin'i öldürmesinin acısını yaşayan, öte yandan Filistin'in bağımsızlığını kazanma sürecindeki sorunlarla boğuşan İsrail'de geçirdiğim üç günün sonunda, sorunlu Arap dünyasına komşu bu ülkenin Doğu Akdeniz bölgesinde çağdaş sanat potansiyeliyle nasıl bir aydınlık oluşturduğunda bir kez daha tanık oldum.

21 Ocak sabahı THY'nin 08.45 uçağıyla Tel Aviv'e gitmek üzere ve güvenlik denetiminin ne denli uzun sürdüğünü bilerek 06.00 sularında Atatürk Hava Limanı'na vardığımda, uçağın kapısındaniçeri girene kadar üç saat çaba göstermem gerektiğini bilmiyordum. Tel Aviv'deki bir tekstil fuarı dolayısıyla yüzlerce Türk oraya doğru yola çıkmıştı ve THY böylesine bir işadamı akınına alışkın değildi anlaşılan; ancak ek bir Airbus kaldırarak sorunu çözdüler.

Politiklacılar her fırsattabirbirlerine çalım atadursunlar, alım-satım işi kendi yolunda gidiyor. Dilerdim ki aramızdaki sanat alış-verişi de siyaset ve ekonomiden etkilenmeden yolunu bulsun.

 

İsrail'e ilk kez 1994 Ekim'de Ortadoğu'nun yazgısını değiştireceği umulan barış anlaşmasının imzalandığı günlerde Art Focus başlıklı uluslararası bir çağdaş sanat etkinliği sırasında gitmiştim. Bu kez Türkiye'den giden Yahudilerin çoğunlukta olduğu Bat Yam'da Belediye'nin sanat galerisini yöneten Hily Govrin'in düzenlediği bir konferansa katılmak üzere davet edildim. İsrail ICOM'unun desteklediği ülkenin çağdaş sanat merkezleri yöneticilerini, uzmanlarını, eleştirmenlerini biraraya getiren bir günlük bir etkinlik, sabah iki otobüs dolusu sanat uzmanıyla bir saat uzaklıktaki Ein Hod'a doğru yola çıkmakla başladı. Burası bir sanatçı löyü ve 

ünlü Dada sanatçısı Marcel Janco'nun yaşadığı yer. Janko Dada adını taşıyan çağdaş sanat merkezinde genç küratör Sorin Heller'in düzenlediği "parçalanmalar" başlıklı sergiyi gördükten sonra, yine bir saat uzaklıktakiğ Rehovot'da Belediye Sanat Galerisinde Hanna megged'in "Yeşil Resimler"başlıklı sergisi görüldü. Öğleden sonra Bat Yam oditoryonumunda yapılan konferansın "Halka Açık Yerlerde Sanatın Yarattığı Etki-Tepki Ortamı" başlıklı konusu altında "israil mimarisinde Saldırganlık", "Dinsel Açıdan sanat Üstüne Düşünceler", "Sanataın Halka Açık Alanlarda Gösterilmesi" gibi konular irdelendi. Benden istene bildiri ise "Aşırı Dincilik sürecinde Modern ve Çağdaş Sanat ve Toplum İlişkisi" üstüneydi.

Bezelel Sanat Akademisinden Prof. Ran Shchory, 80'li yıllarda Tel Aviv ve Kudüs'te yapılan binalara getirdiği eleştiride, bu binaların yalnız mimarların kişisel zevklerini değil, toplumun köktenci ve dinsel eğilimlerini de yansıttığını, belirgin bir saldırganlık içerdiğini belirtiyordu. Prof. Shochory'nin "Yeni Haçlılar mimarisi" adını taktığı yapılar, çevreye uyum sağlamaktan çok, çevreye egemen olmayı amaçlayan, anıtsallık taslayan, katedraller ve kaleler gibi görünüyordu. Rabbi Jonathan Friid ise özellikle sabah Ein Hod Müzesinde gördüğümüz işlere de değinrek, sanatın her zaman herşeye karşı çıkan, insanların duygu ve düşüncelerini sarsan bir işlev taşımasının doğru olmadığını, daha yumuşak ve uyumlu yollarla da sanat yapılabileceğini ileri sürdü. Diğer konuşmacılar, son yıllarda tanrı, tevrat, esşcinsellik, terör, azınlık kimlikleri gibi irdeleyen yapıtların olumsuz tepkiler aldığını, zaman zaman bu yapıtların kaldırıldığını, müze yöneticilerinin gizli cezalar aldıklarını anlattılar. Söylentiye göre, Kudüs'ün 3000 Yılı kutlamaları dolayısıyla İsrail Müzesinde düzenlenen sergiye Floransa'dan Michelangelo'nun David heykeli getirilmesi söz konusu olmuş, ancak din çevreleri çıplaklık yüzünden buna karşı çıkmış.

 

Benden de köktendinciliğin yayıldığı, din odakı bir partinin yönetimi ele geçirmekte olduğu Türkiye'de çağdaş sanatın nasıl bir işlev taşıdığını, nasıl bir tepki gördüğünü anlatmam istenmişti. Yerel yönetimlerin bir, iki heykeli müstehçen olduğu gerekçesiyle kaldırması gibi kaba ve aşikar bir örneğe değinmektense, ülkemizde pek konuşulmayan gerçeklere değinmeyi yeğledim. Köktenci eğilimleri irdeleyen çağdaş sanat yapıtlarınınyansıttığı düşüncelerin ve bu yapıtları üreten sanatçıların sanatı destekleme sorumluluğu ve işlevi taşıyan resmi ve özel kurumlarca yeterince ciddiye alınmamasının, bugün değilse bile çok yakında dinci kesimlerin ekmeğine yağ süren bir tutum olduğunun altını çizdim. Yalnız görsel alanda değil, diğer bütün sanat dallarında sanatçıların, kitle kültürü ve eğlencesini gerçek kültür yerine koyan bir anlayışla savaşması gerektiğini belirttim. Buna karşılık dinci eğilimleirn de süreç içinde kitle kültürü ve tüketim çağlayanları karşısında ne kadar dayanıklı olabilecekleri, sanatın önünü kesen uygulamaları ne kadar gerçekleştirebilecekleri konusundaki kuşkularımı belirttim. Gösterdiğim örnekler içinde yaşadığımız din odaklı gelişmelere karşı iki türlü yanıt veriyordu: Brincisi islam felsefesinin günümüzdeki uzantılarını yorumlayan yaklaşım, ikincisi is köktendinciliğin toplumsal-bireysel yaşama müdahalesini eleştiren yaklaşım. 

Şu sıralarda orta Doğu'da çağdaş sanat alanında kendini gösteren iki ülke var: israil ve Türkiye. Kuşkusuz bunu öyle ya da böyle demokrasiye ve ekonomik gelişmelere borçluyuz. Eleştirdiğimiz istanbul Bienali Türkiye'nin bölgedeki çağdaş sanat potansiyelini kanıtladığı gibi, Türkiye'li sanatçıların ürettiği yapıtlar ve açılan sergiler, özgür düşüncenin somut örnekleri olarak bu gösteriyi pekiştiriyor.

Ne ki görkemli bienalimize karşın, bu gösteri alanında İsrail'in bir kaç adım önde olduğunu belirtmek gerekir. Galile bölgesinde 14, Hayfa ve Karmel bölgesinde 9, Sharon ve Yizreel'de 8, Güneyde 12, Tel Aviv'de 17, Kudüs'de 8 irili ufaklı modern müze,, sanat merkezi, resmi sanat galerisi saat gibi işleyen ve uluslararası ilişkilere önem veren bir sanat iletişim ağını oluşturuyor. Kudüs'deki İsrail Müzesi, ilkçağdan bugüne dünya sanatının seçkin örnekleriyle tıka basa dolu. Günümüzde liste başı olan sanatçıların en son yapıtlarıyla karşılaşınca şaşırmamak elde değil. Bu alanda bizi bir kaç adım geride bırakan nedenler resmi kültür politikasının yerelliği ve özel sektörün sanat alanına hedefsiz ve ilkesiz yatırımıdır. Ortadoğu'nun en büyük metropolü olan İstanbul'da bienali 100.000 kadar kişinin gezmesi, güncelliği ve öncülüğü kimseye kaptırmayan aydınların çağdaş sanat yapıtı görünce birdenbire tutucu kesilmesi gibi ayrıntıları da anımsatmak isterim.

gerçi israil'deki meslektaşlar da bu tür engellerden, özellikle halkın ve basının ilgisizliğinden yakınıyor; ancak şu sıralarda yürütülen projelere bakılırsa, bu engelleri aşamakta umutsuz değiller.

1994'de başlayan ve bütün ülkedeki çağdaş sanat merkezlerinde yüzlerce sanatçıyı sergileyecek Art Focus etkinliği Kasım 1996'da ikinci kez gerçekleştirilecek. Geçen yıl bu etkinliğe Türkiye'den Selim Birsel katılmıştı, bu yıl da bir kaç Türkiyeli sanatçının katılması bekleniyor. Benim bu kez tek yabancı olarak katıldığım etkinlik, kent merkezleri dışındaki 17 müzenin biraraya gelerek kurduğu bir forumdu ve temelde güçlerin birleşmesi, sergilerin dolaşımı, düşünce alış-verişi gibi amaçlar güdüyor. Agustos 1995'de Kudüs'te kurulan "The İsraeli Forum for Mediterranean Culture" ise mimarlık, görsel sanatlari yazın ve kültür araştırmaları, müzik alanlarında etkinlikler ve iletişim öngörüyor.

Beral Madra, 26 Ocak 1996


1996 EYLÜL, KUDÜS'TE AKDENİZ KÜLTÜRLERİ İÇİN FORUM

 

Dünyada en cazip ve en sorunlu bölge olmayı kimseye kaptırmayan, sürekli gündemde kalmayı başaran Akdeniz bölgesinin tarihsel ve güncel çokkültürlülüğü, çoğulculuğu, farklılığı ve bu yaratıcı özelliklerinden kaynaklanan ikilem ve bunalımları, Kudüs'teki iki günlük bir toplantıda bir kez daha masaya yatırıldı ve ikilemlere çözüm getirmesi öngörülen yeni bir iletişimin olanakları tartışıldı.

İsrail'den bir grup aydın, Kudüs Vakfı ve Jan van Leer enstitüsü Akdeniz'deki kültürlerin çoğulculuğunu ve farklılıklarını kabul ederek, bu düzlemde yeni bir iletişimağı kurulmasının gereğine inanarak öngörülü ama bir o kadar da riskli bir öncülük üstleniyor ve ülkeleri bu oluşuma katılmaya çağırıyor."Kudüs'te Akdeniz Kültürleri İçin Forum" başlığını taşıyan toplantı bir danışma kurulu özelliğini taşıyor. Kurula ABD'den Prof. Abraham Udovitch, Fransa'dan Lucette Valensi, Prof. Robert İlbert, Maurice Aymard, Venedig'ten Prof. Giovanni Levi, Atina'dan Nikolaos Oikonomides ve İstanbul'dan ben çağrılıydım. Unesco'dan Raj İsar ise bu yıl hazırladığı "yaratıcı farklılıklar" başlıklı rapor ile toplantıya katıldı.

Forum, İsrail Dışişleri, Eğitim, Kültür Bakanlıkları, Tel Aviv ve Jerusalem Üniversiteleri, müzik, tiyatro, film, platik sanatlar alanındaki kurumlar, uzmanlar, sanatçılar ve düşünürlerin katıldığı büyük bir Akdeniz kültür ve sanat iletişimi projesini de sunuyordu.

Toplantının ilk günü ve saatlerinde İsrail'deki kültür ve sanat kurumlarının yöneticileri 1997'de gerçekleştirilecek projeleri sundu. Bu projeler Akdeniz ülkelerinden btün katılımcılara açık. Gili Mandel'in Kudüs Sinamatek'i, Micha Shagrir'in Haifa Film festivali kapsamında "Komşular Projesi", Haim Shiran'ın Tel Aviv'deki Etnik Sanatlar Merkezi yaratıcıları ve katılımcıları bekliyor. Prof. Elionar Barzacchi'nin "Via Maris" başlıklı Akdeniz'de mimarlık sorunları sempozyumu 31 Ekim'de başlıyor; başvurular kabul ediliyor. Dr. Nissim Kalderon'un Edebiyat Grubu "Dil, Topraklar, Kimlikler" projesini, Prof. Amnon Shiloah'ın Müzik Grubu "Bir Akdeniz Müzik Diyalogu" projesini sürdürüyorlar.

İsrailli aydınların ve danışma kurulu üyelerinin sundukları raporlar ve tezler bir kez daha Akdeniz'in Tarihsel-güncel, toplumsal-bireysel, kültürel-dinsel, yerel-küresel, siyasal-ekonomik sorunlarını ortaya döktü ve çözümler önerdi. Ortaya çıkan sonuç kısaca şöyle:

Şiddet, terör, totaliter Modernizm, vahşi kapitalizm, ulualararası medya yönlendirmeleri var olan altyapıları, yerel ilişkileri, kültürel mirası sürekli yıpratırken, bir yandan da hemen her ülkede gerçek bir barış ve iletişim süreci başlatma çalışmaları sürüyor. Bu çalışmanın siyasal düzlemdeki bölümü zaman zaman inandırıcılığını yitiriyor; çünkü ulusal çıkarlar, kültürel üstünlükler gibi vazgeçilmesi zor alışkanlıklar sürekli araya giriyor. Aydınlar, sanatçılar, kültür uzmanları düzeyinde ise bu barış ve iletişim sağlama girişimleri son derece zayıf, öngörüsüz ve çekingen. Kuşkusuz bu gruplar her ne kadar özgür ve bağımsız olduğunu savunduğumuz sanat ve kültür alanından etkinliklerini sürdürüyorsa da, yaşamları ve varlıkları siyasal ve ekonomik gücün onlara verdiği olanaklara bağımlı kalıyor. İçedönük, yerel, kısıtlanmış etkinliklerle de hedeflere ulaşılamıyor. Ne ki Akdeniz'de hala var olan ve dünya kültürünü sürekli besleyen tarihsel ve güncel farklı kültür kaynakları dünya kültürü için olmazsa olmaz anlamını taşıyor ve bölgenin siyasaeti ve ekonomisi onsuz yapamıyor! Bu çelişkili durum, kültürün barış sürecei içindeki ağırlığını gölgeliyor, dahası zaman zaman hiçe indirgiyor. Özellikle bu sprınun üstüne gidilmesi gerekiyor.

Ancak, burada geçmişte olduğu gibi, ülkelerdeki farklılıkların üstüne düz bir örtü çeken bir Akdeniz kimliğinden söz edilmediğimni belirtmekte yarar var. Akdeniz'deki kültür kimliklerinin, bugüne değin uygulanmamış bir biçimde birbirleriyle iletişime girmesinin var olan karmaşa ve huzursuzluğa bir çözüm getireceğinin umudu var.

Görünürdeki sisaysal çatışkının ve ekonomik dengesizliklerin arkasında Akdeniz bölgesine geçmişte olduğu gibi üç büyük dinin egemen olduğu, bu üç büyük dinin 21.yy eşiğinde yeni bir üstünlük çatışkısını kucaklamaya hazır olduğu gerçeği yatıyor ve sürekli siyasal, ekonomik, kültürel bunalım ve baskı içindeki kitleler kimlik arayışlarına bu din egemenliği içinde yanıt bulmaya çalışıyor. Bu durum üç büyük din için aynı derecede geçerli. Ekonomik güçler, bu din çatışkısını sollayıp hedeflere ulaşmayı başarıyor; kültürel güçler ise doğaları gereği, engele takılıyor.

Kapsamlı bir çözümleme yapan Prof. İlbert Akedniz'in bugün dörde bölünmüş olduğunu söylüyor: Avrupa Topluluğuna bağlı Kuzey Kıyılar, Sovyet Krisi etkisi alatındaki Balkan Bölgesi (Yunanistan bunun içinde), İslam köktendinciliği altındaki Arap ülkeleri üç bölgeyi oluşturuyor. İlbert tek başına Türkiye'nin dördüncü bölgeyi oluşturduğunu ileri sürüyor.

Oysa biz giderek Türkiye'de Akdeniz kültürlerinin varlığında ancak turistik bağlamda söz edebilir duruma geldik. Komşularımızla sanat ve kültür ilişkilerimiz çok zayıf. Sürekli bunalımlı siyasal ilişkiler ve karşılıklı ekonomik sömürü dışında, bütün ilişkimiz futbol, TV dizileri, popüler eğlence düzeyinde sürüyor.

Her dönemde bölgenin kilit alanını oluşturan ve bugün Doğu ve ve Batı arasında seçim yapmaya zorlanan Türkiye'ye büyük bir olasılıkla istemediği halde, siyasal, ekonomik, coğrafi gerçekler yüzünden yüklenen anlam ve işlev ile gerçekte bu anlamı ve işlevi tamamlaması gereken sanat ve kültür üretiminin durumu arasındaki büyük yapısal ve kavramsal açıklar kapanabilir mi?

Gelişmesi tamamlanmamIş totaliter modernizm yüzyılın ortasından bu yana potansiyel kimlikleri törpüleyen kitle kültürü, sürekli sorgulayan, sorgularken yerine yenisini önermeyen Postmodernizm, kültür çorbası içinde yüzen, boğulmamak için ödün vermeye zorlanan aydınlar ve sanatçılar için bir çıkış varmı?

Kanımca, çıkış resmi kültür politiklarıyla köklü bir hesaplaşmaya girmek ve öncelikle bu politikaların çorbada bırkatığı tortuyu atmak ve bundan sonra İslamlaşma-küreselleşme çatışkısı sürecinde bırakacağı tortuya engel olmaktır. Bu hesaplaşma öncesinde aydınlar, sanatçılar, sivil örgütler ve özel sektör arasında, bugüne değin var olmayan bir uzlaşmanın kurulması gerekir. Bu uzlaşmada yalnız bölgedeki siyasal ve ekonomik güce karşılık verebilecek kültür sanayisinin nasıl kurulacağı değil, siyasetçilerin, bürokratların, iş adamlarının gündelik zevklerine ve çıkarlarına hizmet eden bugünkü sıradan sanat üretimi ve tüketimi dışındaki yeniden biçimlenmesine genç kuşakların öngörü ve kimlik kazanmasına katkıda bulunan sanat üretiminin özellkleri de gündemde tutulmalıdır.

Ancak, bu tür bir hesaplaşma sonrasında Akdeniz'de bize yüklenen işleve karşılık verecek bir kültür öncülüğü üstlenebileceğimiz inancındayım. Sanırım, bu bir çok Akdeniz ülkesi için de geçerli bir durumdur. Akdeniz'in bu büyük dinler ve imparatorluklardan kurulu resmi bir tarihi var ve bu ağır yükten kurtulamıyor. Akdeniz'in aynı zamanda bir bireysel, özel tarihler bölgesi olduğu, geçmişte ve bugün sanat ve kültürün herşeyden önce yoğun bireysel, özel ilişkilerden doğduğu da bir gerçek. İsrail'de başlatılan bu proje, artık b u gerçeğin öne çıkmasını sağlayabilir.

 

Beral Madra, Eylül 1996


 

No comments:

Post a Comment